25 Kasım 2012 Pazar

İstanbul'da Vapur Macerası

İstanbul denince akla gelen önemli sembollerden bir tanesi de Boğaz Vapurlarıdır. İstanbul’la ilgili görsellerde, filmlerde hep bir vapur görüntüsü vardır. İstanbul da yaşayıp vapurdan martılara simit atmayan her halde yoktur. 19 yy. başında İstanbul sur içi ve Galata’dan oluşuyordu. Rumeli Hisarı, Tarabya, Sarıyer, Paşabahçe uzak köylerdi. Hatta Beykoz sürgünlerin gönderildiği uzak bir yerleşim yeriydi. Bu uzak yerleşim yerlerine karadan ulaşmak oldukça zordu. Şimdiki gibi bir sahil yolu yoktu. Yerleşimler genellikle deniz kenarında birkaç balıkçı kulübesi bir eski manastır ya da cami, hemen arkalarında yüksek yamaçlar ve orman vardı, önlerinde denize uzanan ahşap bir iskele. Tek ulaşım yolu denizden kayıklar ve yelkenlilerdi.  



Tanzimat dönemiyle birlikte Osmanlı ekonomisinde yaşanan hareketlilik, İstanbul´un boğaza doğru genişlemesine sebep oldu. Boğazdaki yerleşim yerlerinde özellikle yazlık “sahil haneler” yapılmaya başladı.  Boğazın iki yakasının rağbet görmesini fırsat bilen biri İngiliz, öteki Rus iki şirket, kapitülasyonların kendilerine verdiği haklardan yararlanarak 1837´de bu sularda iki vapur çalıştırmaya başladılar.  Hazine-i Hassa vapurlarının düzenli seferler yapmaya başlamasıyla, kayıklarla saatler süren yolculuk yarı yarıya kısaldı. Özellikle yaz aylarında mesirelere, ayazmalara, çayırlara sefa yapmaya gitmek isteyen halk artık vapurları tercih etmeye başlamıştı. O zamanlar ortaya çıkan bu talep, Şirket-i Hayriye´nin kurulmasını sağladı.
Şirketi Hayriye Logosu
1851 yılında kurulan şirket, İstanbul´un günlük yaşantısı içinde 94 yıl boyunca vazgeçilmez bir yere sahip oldu. Önceleri siyah boyalı, semaver bacalı, zarif yandan çarklıları, sonraları daha büyükçe, geniş salonlu, uskurlu vapurlarıyla boğazın iki yakasını birleştiren Şirket-i Hayriye, bugünkü Boğaziçi´nin gerçek mimarıdır. Ulaşım olanaklarının gelişimi ile boğazın her iki yakasındaki yerleşim yerleri hızla gelişmiştir.
 
Boğazda hizmet veren vapur işleticisi ile adalara hizmet veren vapur işleticisi farklı firmalar idi. Boğazda “Şirketi Hayriye” adalarda “İdariyi Mahsusa” hizmet verirdi.

1909 yılında siyasi ve ekonomik sebeplerden gemi işletme imtiyazı bir İngiliz şirketine devredilmiştir. Ancak İngiliz şirketi yükümlülüğünü yerine getirmeyince 1910 yılında İdare-i Mahsusa'nın unvanı değiştirilerek Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi olmuştur. Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi 1925 yılında 597 sayılı Kanunla Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi haline getirilmiştir.
İlk çift uskurlu gemi Kamer
1933 yılında 2248 sayılı Kanun'la, Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi, üç işletme durumuna getirilmiştir.
Bu işletmeler;

1 - AKAY, (İstanbul ve civarı iç hatlar ile Yalova),

2 - Denizyolları (Marmara, Akdeniz ve Karadeniz dış hatlar),

3 - Fabrika ve Havuzlar Müdürlükleri,

isimlerini almıştır.

1944 yılında 4571 sayılı Kanunla, Devlet Limanları İşletme Umum Müdürlüğü kaldırılarak görevleri, Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğüne verilmiştir.

1944 yılında 4571 sayılı Kanunla, yeni bir hüviyet kazanan Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü, Kıyı Emniyeti İşletmesi ismi altında Fenerler ve Cankurtaran Teşkilatı'nı bünyesine almış ve Şirket-i Hayriye'nin de 94 yıllık müstakil faaliyetine son verilmiştir. Ayrıca,1945 yılında Şehirhatları İşletmesi de bu Umum Müdürlüğe dahil edilmiştir.
 
Günümüz Vapurları
 

Hukuksal olarak yukarıda kısaca anlatılan değişimler olurken, tarihsel değişimin içinde İstanbul da ve boğazda şehir hayatı da değişmiştir. Vapur yolculuklarının insan hayatı içindeki anlam ve önemide değişmiştir. Yaklaşık ikiyüz yıl içinde “İstanbul da vapur macerasını” dönemin yazarlarının kaleminden aktarıp o günleri yaşamdan sahneleri önünüze getirmek istiyorum. Blogumda “iatanbul Vapurları” etiketinde bu yazılara ulaşabilirsiniz.

 

 

28 Ağustos 2012 Salı

Ataşehir Mimar Sinan Camisi




Bundan bir kaç hafta önce Ataşehir de  Mimar Sinan Camisi ibadete açıldı. Evime yakın olması ve geliş gidiş yolumun üzerinde olması nedeni ile inşaat aşamasını izleyebilmiştik. Cami kubbesi yükselip minareler uzamaya başlayınca caminin ölçeği anlaşılmaya başlandı. Tarihi yarım adadaki tüm büyük camilerle yarışabilecek büyüklükte olmasına rağmen yanındaki gökdelenlerden dolayı silüeti pek güdük görünüyordu. Buda caminin ihtişamına haksızlık.

Açılışta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Anadolu yakasının böylesi bir selâtin camisine, Cuma camisine ihtiyacı olduğundan bu caminin yapımına karar verildiğini anlattı.  Benim bildiğim selâtin camisi Osmanlı sultanlarının ya da aile fertlerinin yaptırdığı camilere verilen addır. En önemli görsel özelliği birden fazla minaresinin olmasıdır. Günümüzde mümkün olan tüm camiler birden fazla minareli yapılıyorlar. Hatta teknolojinin bu kadar geliştiği bu dönemde ezan okumak için minarelere çıkılmadığı ve ses sistemlerinin geldiği noktayı düşünürsek fazla minare yapmak savurganlık, hatta debdebe gösterisinden başka anlamı yok. Sadece bazen ramazan adetlerinden mahya için iki minare gerektiği için bazı büyük ve topoğrafik olarak görüntüsü uygun olanlar iki minareli olabiliyor diye düşünüyorum.  Fakat her camiye birden fazla minare yapma çabası tamamen israf.

Gelelim Cuma camisine: böyle bir cami çeşidi ya da tipi olduğunu ilk defa duydum. Genel olarak ülkemizde insanlar Cuma namazlarını camide ve yoğun bir kalabalıkla kılmasına rağmen diğer vakit namazlarını camide kılmaya rağbet oldukça az. Bundan dolayı Cuma namazlarında cemaati büyük olan camiler Cuma Camisi olarak sınıflanmaya başladı galiba?

İnternette www.ataşehirmimarsinancamii.org adresli bir site var. Bu sitede cami hakkında bilgiler var. Her ne kadar caminin banisi belli olmasa da sanki banisinin ya da mimarının sitesi gibi duruyor. Bu sitedeki bilgilere göre:

“Mimar Sinan Camii, İslâm Medeniyeti’nde dinî mimarinin zirvesini teşkil eden, Osmanlı Türk mimari uslûbunda tasarlanmıştır. Gelenekten geleceğe uzanan ve gelenekle teknolojiyi bütünleştiren, bugünün inşaat teknolojisi ile Osmanlı uslûbunu meczeden bir yapıdır. Bu suretle kültürümüzün gelenek zincirine orijinal yeni bir halka ilave etmeye çalışılmıştır.”

“Mimar Sinan Camii, mekânda vahdeti ifade eden, klasik mimarimizde tam olarak işlenmemiş, altıgen şemalı, merkezî kubbe etrafında altı yarım kubbelidir. Mimar Sinan merkezî plan fikrini olgunlaştırırken, Süleymaniye’den önce Beşiktaş Sinan Paşa, Süleymaniye ve Selimiye Camileri arasında ise Kadırga Sokullu, Kazasker İvaz Efendi, Babaeski Semiz Ali Paşa, Fındıklı Molla Çelebi, Topkapı Kara Ahmed Paşa gibi, altıgen plan tipini 4-5 yarım kubbeli olarak farklı ölçülerde ve farklı mekân anlayışlarında tatbik etmiştir.”




“Kendisinin vefatından sonra talebeleri tarafından Cerrahpaşa ve Hekimoğlu Ali Paşa Camileri’nde de bu plan tarzı olgunlaştırılmaya çalışılmıştır. Merkezî mekân altıgen planda, diğerlerine göre daha kuvvetli hissedilir. Nitekim gerek Süleymaniye ve Selimiye arasında ve gerekse vefatından sonra altıgen planın, ısrarla işlenmeye devam edilmesi, Sinan’ın ve talebelerinin bu hususiyeti kuvvetle hissettiklerini gösterir. Ancak, altıgenin geometrik karakteriyle kendi hususiyetinden doğan, kare plandan altı ayaklı örtüye geçiş, birçok inşâi zorluk ve tezyinî zorlamaları da beraberinde getiriyordu.”

Bu siteye bakılırsa Mimar Sinanın eserlerinde en önemli gelişimin kaç gen olduğu ya da bu çok genlerin inşai zorluk ve tezyini zorlamalarını beraberinde getirmesidir. Sanki Mimar Sinan eserlerinde sadece bu çokgen sorunlarını çözmüş, ya da çözmeye çalışmışa indirgersek konuyu; Büyük üstada ciddi haksızlık etmiş oluruz. Bence büyüklüğü yapıya kattığı anlam, kullanım fonksiyonları hatta tüm bunların topoğrafyaya uyumunu sistematik olarak çözmüştür.  Betonarme karkas sistem ya da hidrolik kayar kalıp sistemleri kullanmadan çözmüştür tüm bu inşai ve tezyini güçlükleri. Eserlerine uzaktan bakıldığında silüetinde içine girildiğinde kullanım fonksiyonlarına kadar her şey mükemmeldir.






Kuşkusuz tüm dünyanın tanıdığı bildiği Türk İslam merkezi İstanbul un son dört yüz yıllık silüetinin oluşmasında Mimar Sinanın yeri yadsınamaz.  Osmanlı imparatorluğunun en güçlü, sanatta ve teknolojide en üst noktada olduğu dönemde mimarlık alanında en üst düzeyi oluşturmuştur. Daha sonra gelenler uzun süre etkisinde kalmışlardır. Sinan’ın İstanbul’a kazandırdıkları bir daha başka bir mimara nasip olmamıştır.

Bazen İstanbulu kim feth etti sorusuna Mimar Sinan demek istiyorum. Özellikle Üsküdar sahilinden tarihi yarımadaya doğru baktığımda içim kabarıyor. Acaba İstanbul un Türkleşmesinde bir İslam şehri olmasında kanla kılıçla çabalayan Sultan Mehmet’in mi taşla toprakla onu şekillendiren Mimar Başı Sinan’ın ve çıraklarının emeği mi çoktur?



Ataşehir de gökdelenlerin yanına bir haşmetli cami yapıp onu güdük göstermek; Eskiden cami yapılır sonra çevresine yüklenilecek fonksiyonları taşıyacak külliyesi yapılır şehir ya da yerleşim bunun çevresinde oluşurdu.  Önceden yapılmış gökdelenlerin yanına getirilip konunca biraz güdük ve eğreti duran bir selâtin camii ya da Cuma Camii olmuş gibi.

Bir taraftan da dört yüz yıllık teknolojik gelişime rağmen Süleymaniye Camisinin kubbesinden daha küçük bir kubbe biz sultanlarla yarışmıyoruz mesajını mı içeriyor? Avrupa yakasındaki selâtin camilerine eş bir cami Anadolu yakasına dört yüz yıl sonra yapılıyorsa onlardan ileri olmalı.  İleri olmuyorsa da onlarla ilişkilendirilmemeli. Örneğin ismi Mimar Sinan Camisi yerine Tayyip Erdoğan Camisi olsa daha anlamlı olurdu. Bilindiği üzere bu cami başbakanın talimatı ile yapıldı, banisi kimse onun ismini taşısın!







 

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Dede Olmuşum!


Her zaman çevremizdeki hayvanların koruyucusu, içinde sınırsız hayvan sevgisi taşıyan eşim Funda hanım temmuz ayının ilk günlerinde “dede olacağım” müjdesini vermişti. Defalarca görmüşümdür hayvanlar onlara olan sevgiyi kesinlikle hissediyorlar. Bizim “küçük kumru” (streptopelia senegalensis) sürekli mutfağımızın 30 cm derinliğindeki sanal balkonuna konup ‘do do du du do’ (kuş gözlemcisinin el kitabının yalancısıyım dikkat etmedim) serenatları ile ilgimizi çekmeye çalışıyordu. Önce çalı parçaları getirmeye başladı ve iki yumurta yumurtladı.  İki hafta içinde yavrulardan biri yumurtadan çıktı.  Sanırım öbür yumurtada bir sıkıntı var ondan yavru çıkmadı öylece yuvada duruyor.

Yavru kuşun yumurtadan çıkması bizim evde sabırsızlıkla beklendi. Ece her gün defalarca gidip kontrol etti. On gün kadar süren bir kuluçka süresinden sonra yavru kuş yumurtadan çıktı. Anne üç gün üzerinden kalkmadı. Sadece çok kısa süreler uçup yavruyu beslemek üzere beslenip hızla geri dönüyordu.  Üçüncü günden sonra yavrunun üzerinde yatmayı hatta yuvada kalmayı bıraktı. Sabah erkenden gelip yavruyu beslemeye başladı. Gün içinde evde olmadığımız için gelip besliyor mu bilemiyoruz. Yavruyu yuvada yalnız gördükçe bizim evde acaba anne geri gelecek mi korkusu oluştu. Hatta acil durum planları yaptık. Anne gelmezse yavruyu nasıl besleyeceğimizi öğrendik.

Mutfak balkonumuza yuva yapan bu küçük kumru evimizdeki havayı değiştirdi. Çocukların doğa ve hayvanlarla olan ilişkilerini olumlu etkiledi. Kitaplardan hatta televizyonda bile görmeleri bu gerçek olay kadar onlar için öğretici olamazdı. Özellikle küçük Ecemiz bu yavrudan çok etkilendi.

Havaların çok sıcak olduğu bu günlerde kuşlar ve sokak hayvanları için dışarıya su kapları bırakmak bu küçük canlılar için son derece önemli. Dünyanın sadece biz insanlara bahşedilmediğini düşünüp, diğer canlılara da yaşama hakkı tanımak önemli bir insanlık görevidir. Bu bilinci çocuklarımıza da aşılamalıyız. Dünyamızı bizden sonraki nesillere bize geldiği gibi teslim etmek en önemli insanlık görevimiz!




Küçük Guguk Kuşumuz büyüyor renkleri Annesine benzemeye başladı.



O kadar hızlı büyüdü ki üç hafta içinde bebeğimiz olgun bir kuşa benzedi.



Üç haftalık küçük Guguk Kuşumuz Annesiyle uçuş dersinde. Buda yuvadan son uçuş oldu evin çevresindeler fakat yuvaya konaklamaya gelmiyorlar.

19 Haziran 2012 Salı

Balık Sarma (Turkish sushi)


Bizim evde balık tüketimi biraz sıkıntılı. Biz İç Anadolu kökenliler balığı ızgara ya da tava tercih ediyoruz. Diğer pişirme ya da hazırlama tipleri pek hoşumuza gitmiyor. Benim böyle bir tercihim yok! Fakat ev halkı köklerine sadakati sürdürüyor. Örneğin balık buğulama uzun yıllar çabam sonucunda eşimin tercih ettiği bir hazırlama şekline döndü (tabiki bol baharat ve acı ile hazırlayınca), lakerdayı hala ağzına koymaz.

Apartmanda tava ya da ızgara balık hazırlamak son derece ızdıraplı olması nedeni ile alternatif pişirme yöntemleri geliştirmeliyiz. Televizyonda seyrettiğim bir yemek programında gördüğüm tarifi geliştirdim. Oldu bizim balık sarma fakat yerken oğlum Mert bu“Turkish Sushi” olmuş baba deyince bu adı da yakıştırdık.
Malzemeler:

1/2 kg Levrek (yada başka bir balık)
1 adet pırasa
1 büyük kereviz
1 bağ pazı
1 su bardağı pirinç
1/2 yemek kaşığı salça
tuz
karabiber
1 çay bardağı zeytinyağı

Yapılışı:
Pırasalar uzun uzun ince çubuklar şeklinde doğranıp tavada çok az yağ ile sotelenip bir kenarda soğumaya bırakılır. Sotelenirken tuz ve karabiber eklenmelidir.







Bir su bardağı pirinç küçük bir tavada az su ile bir kaç dakika kaynatılarak hafif şişirilir. Sonrada az tuz ve karabiber eklenir.






Bir tane pazı yaprağı açılır.






Önce bir yemek kaşığı pirinç yaprağın üzerine konur.






Sonra pirinçlerin üzerine kılçık ve derisini temizlediğimiz balıktan bir tutam ekleyelim.






Sonra üzerine sotelediğimiz pırasalardan pir parça koyalım.






Önce düzgünce yanlarını kapatıp yaprağı saralım.





Tencerenin dibine soyup dilimlediğimiz kerevizleri dizdikten sonra üzerine sardığımız pazı yapraklarını dizelim. Aralarına da kereviz dilimleri yerleştirelim. Bir su bardağı suda salçayı erittikten sonra zeytinyağı ile beraber tencereye dökelim. Yapraklar yumuşayıncaya kadar pişirelim.



Yapraklar pişinceye kadar kerevizler ve balıklar zaten pişiyor. Kerevizle beraber sıcak sıcak servis yapalım. Hazırlaması ve pişirmesi çok kısa olduğu için oldukça pratik bir yemek. Ayrıca apartman dairesinde pişirmek hiç kimseye de rahatsızlık vermeyen bir balık yemeği; Afiyet Olsun.




7 Mart 2012 Çarşamba

Kaptan-ı Derya Barbaros Harettin Paşa


Beşktaş İskele Meydanındaki Barbaros Anıtı

Türk Denizcilik tarihi Türklerin Anadoluya gelişi ve akdeniz kıyılarına ulaşmaları ile başlar. Bu arada denizcilik ile ilgili gelişmeler olsa da Barbaros Hayrettin Paşaya kadar Türk denizciliğinin yeri diğer askeri yada mühendislik dallarındaki güç seviyesine ulaşamamıştır. Diğer milletlerdeki deniz gücünü dize getiren Barbaros Hayrettin Paşa olmuştur. Tarihçiler onun döneminde Akdenizin "türk gölü" olduğunu söylerler.


Barabaros Anıtının Arka Yüzü


Yaşamı
Hayreddin Paşa, Selanik Vardar Yenice'sinden ve Midilli fatihlerinden olan babası Türk sipahisi Vardari Yakup Ağa ile ada halkından Midillili Mukaddes Hatun'un dört oğlundan biri olarak 1470'li yıllarda Midilli adasında doğdu. Annesinin kökeni hakkında farklı yorumlar vardır. Kendisine verilen "Barbaros" lakabı İtalyanca "Kızılsakal" anlamına gelir.

Oruç Reis, genç yaşta kardeşi İlyas ile birlikte deniz ticareti yaparken, Ege Denizi'nde Rodos Şövalyelerine tutsak düştü. Serbest kaldıktan sonra, yaşadığı olayın etkisiyle tüccar yerine korsan olmaya karar verdi. Bir süre sonra kardeşi Hızır Reis de ticareti bırakıp ona katıldı. Akdeniz kıyılarına akınlar düzenleyip, ganimetler elde ettiler. Cerbe adasını üs olarak kullanan Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis’in ünü bütün Akdeniz’e yayıldı. İki kardeş Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halkü’l-Vaâd (La Gaulette) liman kalesini kullanmaya başladı. Hızır ve Oruç, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Tunus sultanına veriyor, kalan malları Tunus pazarında satıyorlardı.

Hızır ve Oruç 1516'da ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Piri Reis himayesinde Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'e gönderdiler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara verdiği desteğin bir ifadesi olarak armağanlar yolladı. Oruç Reis ve Hızır Reisi'in, ağabeyleri İshak'ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika'da toprak edinmeye başladılar. 1516-1517'de İspanyollara karşı savaştılar ve Tenes, Tlemsen ve Oran kentlerini ele geçirerek Cezayir'i denetimlerine aldılar. Oruç Reis Cezayir hükümdarı ilan edildi. İspanyollar ertesi yıl Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçti. Bu savaşta Hızır Reisin ağabeyleri olan İshak Reis ve Oruç Reis öldürüldü.
I. Selim Barbarosu Kabulü

Hızır Reis, Yavuz Sultan Selim adına para bastırıp hutbe okutarak ona bağlılığını bildirdi. Yavuz Sultan Selim de Hızır Reis’i Cezayir Beylerbeyliğine atayarak koruması altına aldı. Bunun üzerine önce Tunus ve Tlemsen Beyleri birleşerek Cezayir'e yürüdüler. Cezayir şehri dışındaki toprakları alıp, Cezayir içindeki halkı ayaklandırdılar. Ayaklanmayı bastıran Hızır Reis beyleri durdurdu. 1519'da Cezayir'e gelen İspanyol donanmasını mağlup etti. Ama Cezayir halkının durumu ve Tunus Beyi ile yapılan savaşın iyi netice vermemesi üzerine gemileri ve kendine bağlı Reislerle Cezayir'i bırakıp Seyşel Adaları’na çekildi.

Hızır Reis 1520-1525 arasında Avrupa’nın Akdeniz kıyılarını vurarak büyük ganimetler elde etti. 1525’de Cezayir'i yeniden ele geçirdi. Ertesi yıl Şerşel'e baskın düzenleyen Cenevizli Amiral Andrea Doria’yı yenilgiye uğrattı. Kanuni Sultan Süleyman’ın Alman seferi sırasında Andrea Doria’nın Mora kıyılarına saldırması Osmanlıları güç duruma düşürdü. Bunun üzerine Kanuni, Hızır Reis'i İstanbul'a çağırdı ve 1533’te "Hayreddin" adını verdiği Hızır Reis’i Osmanlı donanmasının başına (kaptan-ı derya) atadı.
Hayreddin Paşa 1534'te Akdeniz’e açıldı ve İtalya kıyılarına seferler düzenleyip Tunus'u ele geçirdi. Ancak Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanması karşısında Tunus'u bırakmak zorunda kaldı ve ertesi yıl İstanbul'a döndü. 1536'da daha güçlü bir donanmayla yeniden Akdeniz'e açılan Barbaros, İtalya kıyılarını vurdu ve Ege Denizi'ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına kattı.

Barbaros Hayrettin Paşanın Mühürü
Preveze Deniz Savaşı

Osmanlıların Akdeniz’deki denetiminin artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir "Haçlı donanması" kuruldu ve başına Andrea Doria getirildi. Osmanlı donanması ile Haçlı donanması 1538’de Arta Körfezi önlerinde karşılaştı. Haçlıların 600'den fazla gemisi vardı. Bunun 308'i harp teknesi olup, 120'si en büyük oturak gemileriydi. Haçlılar donanmaya on binlerce forsadan başka 60 bin asker bindirmişlerdi. Hayrettin Paşa komutasında ise 122 kadırga ve forsalar dışında 20 bin askeri vardı. Toplamı 80 bin kişiyi bulan bir deniz savaşı daha önce hiç görülmemişti. Savaş sonucunda haçlı donanması 128 gemisini kaybetmiş, 29'u da Osmanlı denizcileri tarafında ele geçirilmişti. Hayrettin Paşa hiçbir gemisini kaybetmezken dört yüz kadar levent'i sehit olmuştu. Hayreddin Paşa, tarihe Preveze Deniz Savaşı olarak geçen savaşın mutlak galibiyetini Osmanlı devletine kazandıran Kaptanı Derya olarak adını tarihe yazdıracaktı. Bu zafer Osmanlı Devleti’nin Akdeniz'deki egemenliğini pekiştirdi.

Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, Preveze’nin öcünü almak için 1541'de Cezayir'e saldırdıysa da başarılı olamadı. Bu arada Fransa Kralı I. François, Şarlken'e karşı Osmanlılardan yardım isteyince, Kanuni Barbaros’u Fransa’nın Akdeniz kıyılarına gönderdi. Barbaros, Toulon'da Fransız donanmasıyla birleşerek 1543'te Nice'i aldı.

Matrakcı Nasuhun Barbaros Toulonda Minyatürü





Ertesi yıl İstanbul’a dönen Barbaros Hayreddin Paşa, 4 Temmuz 1546’da burada öldü, Beşiktaş'taki türbesine defnedildi.

Beşiktaştaki Barabaros Hayrettin Paşa Türbesi

 
Beşiktaş Deniz Müzesindeki Basbaros Hayrettin Paşa Sancağı

Hayrettin Paşanın Sancağı
Üstteki ayetler Fetih Suresi'nden olup daha önceki yıllarda Hayreddin Paşa'nın sancağında yer almıştır. Kaptan Paşa olmadan önce de Hızır Reis'in sancağında, Kuran-ı Kerim'den ayetler bulunduğu bilinmektedir. Sancağın ortasındaki alâmet, diğer Türk donanma sancaklarında da yaygın olarak çeşitli şekillerde kullanılan Hz.Ali'nin kılıcı Zülfikar'dır. Kılıcın dört köşesinde, 4 halifenin; Hz.Ebubekir, Hz.Osman, Hz.Ömer ve Hz.Ali'nin isimleri yazılıdır.
Sancağın alt ortasındaki iç içe iki üçgenden oluşan Hz.Süleyman'ın mührüne gelince. Bu sembol geçmişte müslümanlar tarafından yaygın olarak kullanılmıştır. Hz.Süleyman Kuran-ı Kerim'de adı geçen önemli bir peygamberdir. İstanbuldaki yüzlerlece yıllık tarihe sahip pek çok caminin tavan, duvar ve cam süslemelerinde bu desen mevcuttur. Merak eden gidip görebilir. Bu durumun camilerimizdeki imamların aslında haham oldukları anlamına gelmemesi gibi bu sancak üzerindeki yıldızın yahudilikle herhangi bir ilgisi yoktur.
Hayreddin Paşa'nın sancağındaki beyaz el "pençe-i al-i aba"dir yani Hazreti Muhammed (S.A.V.), kızı Hz.Fatma, damadı Hazreti Ali ve torunları Hz.Hasan, Hz.Hüseyin dahil 5 kişiye pence-i al-i aba denir. Beyaz el bu beş kişiyi belirtir. Ayni mühür yeniçerilerin alay sancağında da mevcuttur.
Ayrıca Hızır Hayreddin Paşa'nın son derece dinine bağlı bir Müslüman olduğu şüphesizdir

Gazavat-ı Hayrettin Paşa

Türk Edebiyat tarihinin ilk otobiyografi denemesidir. Eserin baş tarafında da belirtildiği gibi Barbaros Hayreddin Paşa biyografisini Seyyid Muradi'ye Kanuni Sultan Süleymanın emri ile yazdırmıştır. Eserin başlangıcı aşağıda ki gibidir:  (Vikikaynaktan gazavatın metnine ulaşılabilir.)
 
Ve bundan sonra, sultan-ül a'zam ve melik-ül muazzam, ümmetlerin metbuu, Arab, Acem ve Rum reislerinin efendisi, emniyet ve selametin yayıcısı, adalet ve ihsanın koruyucusu Osman Han'ın oğlu Orhan Han'ın oğlu Murad Han'ın oğlu Mehmet Han'ın oğlu Bayezid Han'ın oğlu Selim Han'ın oğlu, es sultan ibn-is Sultan Süleyman Han hazretleri-Allah onun mülkünü zamanın ve devranın nihayetinekadar devamlı kılsın, amin ya Rabbel alemin-bir gün ferman buyurdular ki:

"Sen karındaşın nasıl ortaya çıkıp, cihad meydanına atıldınız? Bunun sebebi ne idi? Kimlerdensiniz? Kul taifesinden mi, sairlerden mi? Bu zamana gelinceye kadar ufak büyük, karada ve denizde, ne şekil gazalar oldu ise, baştan sona kadar, ne eksik ne fazla, gerek nazım gerekse nesirle, yazıp bir kitap düzüp buraya gönderin ki, eskiden yazılmış tarihlerin yanında, Hazine-i Amire'mde bulunsun!"

Bu yüce fermana can baş üstüne deyip, Seyyid Muradi'yi çağırttım. Seyyid Muradi, emrimdeki reislerden Durak Reis'in baştardasında gazalara iştirak eden bir deniz yiğidi idi. Gazalarımızı nazımla destan edip söylerdi. Yazdıkları hoş şeyler olup gaziler ezber eder, okurlardı. Muradi'ye dedim ki.

Baka Muradi! Bizler için artık dünyada işitilmedik nesne kalmamıştır.Hemen arzumuz, bu fani alemde bir eser bırakıp ahfadımızın hayır duasına vesile kılmaktır. Nitekim denilmiş ki:
Er odur ki dünyada koya bir eser,
Esersiz kişinin yerinde yeller eser.
Benim dediklerimi nesirle ve nazımla yaz. Bu dünyada gazalarımızdan sonra bir de kitap koyup gidelim.

Muradi benden dinlediklerini, kendi gördüklerini ve öteki reislerden duyduklarını kaleme aldı. Böylece bu eser meydana geldi.

Hemen vasiyetim, iş bu kitabı okuyan din kardaşlarımın beni, yoldaşlarımı ve bütün mücahidleri hayır dua ile yad kılmalarıdır, vesselam.


2 Mart 2012 Cuma

Bişi yada Pişi Geleneksel Türk Yemeği



Geçen hafta eşim Funda bize bişi yaptı. Yaptı diyorum çünkü çocukluğumuzda Yalvaçta bişi için yapmak kelimesi kullanılırdı. Bişi pişirdik denmezdik. Çocukluğumda Ananemin yaptığı bişileri ve onun üzerine toz şeker dökerek yediğimizi hatırlıyorum. Ne kadar sevinirdik! Oysa mayalı hamurun yağda kızartılması ile yapılan son derece basit ve lezzetli bir yiyecek. İnternette dolaşıp şöyle bir baktığınızda “yapımı kolay”, “cankurtaran” gibi tanımlarla anlatılan bir geleneksel Türk yemeği. Bin yıl önceki yazılı kaynaklarda geçen bir kültür ögesi. Önce şu basit tarifi verelim sonra halk kültüründeki yerine ayrıca bakalım.

Tarif:

Mayalı hamurun kızgın yağda kızartılması bu kadar basit ama ayrıntıya girelim. Hamuru kendiniz evde hazırlamak isterseniz 3 bardak un, 1 bardak su, ½ paket kuru maya, 1 çay kaşığı tuz. Hamuru yoğuruyoruz, katı bir hamur olmamalı unun su alışına göre un ekleyerek katılığını ayarlamalıyız. Hamurun üzerini nemli bir bezle kapatıp 1-1,5 saat mayalanmasını bekleyelim. Dilerseniz hamurla uğraşmadan en yakın fırından iki ekmek hamuru alarak hemen kızartabilirsiniz.  Kendi yaptığınız yada hazır aldığınız hamuru ceviz tanesi kadar parçalara bölüp (biz böyle küçük seviyoruz. Evdeki tavada kızartması da kolay oluyor. Çocukluğumda hatırladığım bişiler daha büyüktü.) düz bir zemin üzerinde elle yada oklava ile hafifçe açıp kızgın yağda tavada kızartıyoruz. Hepsi bu kadar afiyet olsun.


Türk Halk Kültüründe Bişi

Anneme sordum, eskiden ne zaman bişi yapılırdı diye. Oda üç ayların başlangıcında, cenazelerin yedinci günü yapılan mevlütte, hayır işlenmek istenen her zaman yapılıp dağıtılırdı dedi.

Etnografya Müzesi müdürü Dr Hamit Zübeyir Koşay’ın 1961 yılında yayınlandığı “Anadolu Yemekleri ve Türk Mutfağı1 kitabında  İffet Babagilin Türk Folklor Dergisindeki2  yazısından yaptığı alıntıda “Mübarek Regaip gecesinde hemen hemen Konyanın bütün ocakları tüter. Ocağı tütebilen yabancılara ve o gün tavasını ateşe koyamayanlar, fakirler için ....bişi ismi verilen..  susam yağında kızartılmış mayalı hamurlar dağıtılır. Konyanın ocak başlarında gelinli kaynanalı evlerde hep bu işe mübarek bir iş diye sarılınır. Sıcak sıcak dağıtılması adet olan bu bişiler büyük bir itina ile hazırlanırlar.” Bu alıntı ve annemin söyledikleri ile örtüşüyor. Bişi bir Türk Yemeği olmakla beraber geçmişte toplumsal sosyal dayanışmanın bir aracı idi. Bundan bin yıl önce yazılan Kaşgarlı Mahmutun ünlü eseri Divanü Lugati't-Türk de bişi külde pişirilip yağa doğranan ekmek olarak geçiyor. Buda bize bişinin halk kültüründe bin yıldan eski bir gelenek olduğunu gösteriyor.3

Günümüz endüstriyel gıda üretim kültürü içinde un ve yağdan üretildiği için eskisi kadar pek popüler olmayan bişi çok değil yüz yıl öncesinden eski dönemde her evde bulunan temel besin maddelerinden üretilen bir yiyecek olarak şimdiki kültürümüzde olduğu yerden daha revaçta idi. Hamuru pişirmek için fazla komplike teknik donanım gerektirmeyen, kolayca hatta yerleşik düzende bile olmayan konar göçer kavimlerin bile kolayca yapabileceği bir yemek olduğu için binlerce yıl kültürümüzde yasamıştır. Geleneksel yemeğimize hak ettiği itibarı verelim ve afiyetle yiyelim.


1 Dr Hamit Zübeyir Koşar, Akile Ülkücan, Anadolu Yemekleri ve Türk Mutfağı, Çiya Yayınları 2011 (ilk baskının tıpkı basımı)
2 Zübeyir Koşarın kitabında alıntı yaptığı İffet Babgil ve Folklor Dergisi konusunda bir bilgiye ulaşamadım fakat sayı 107  s.1708 kaydı vermiş.
3 Kaşgarlı Mahmutun ünlü eseri Divanü Lugati't-Türk'e Türk Dil Kurumu internet sitesindeki veri tabanından ulaştım.

28 Şubat 2012 Salı

Yeşil Mercimekli Makarna


Bizim evde çocuklara bu gün ne yiyelim diye sorsanız hemen alacağınız cevap "makarna" olacaktır. Hiç bıkmadan usanmadan günlerce makarna yiyebileceklerini söylerler. Tahminim bunu yapmalarına ortam oluşmadığı için bu konudaki iddialarını sürdürüyorlar. İşin ilginç tarafı da neyli makarna diye sorsanız gene cevap sabit "salçalı" makarna. Üstelik bizim evde çok çeşitli makarnalar pişer. Bugün Mertin gene salçalı makarna talebine rağmen dolapta hazır yeşil mercimek olması nedeni ile "yeşil mercimekli makarna" pişirdik. Malzeme ve tarif çok kolay.

Malzemeler:
1 paket makarna(Ben Penne /Düdük makarna tercih ettim.
1 su bardağı yeşil mercimek
1 baş soğan
2 yeşil biber
1 orta boy patates
1 yemek kaşığı salça
Sıvı yağ
Karabiber
Kekik
Tuz

Tarif:
Yeşil mercimekleri haşlayalım. Bir tencerede makarnamızı haşlarken, tavada sosumuzu hazırlayalım.Soğanı ince ince doğrayarak tavada soteleyelim sonrada ince doğranmış biberi ekleyelim. Sonra patatesi soyup rendeleyelim ve tavaya ekleyelim. Patatesle beraber tuz, baharatlar ve salçayı da ekleyelim. Patatesler pişinceye kadar sosu pişirelim. Patates bütün su ve yağı çekeceğinden dibi tutacaktır makarnanın haşlama suyundan ekleyebiliriz. Sosun makarnaları tutabilmesi için biraz sulu olması da lazım. Bu arada hafif sert (aldente) haşlanan makarnamızı süzüp tencereye tekrar alalım. Hazırladığımız mercimekli sosumuzla karıştırıp sıcak servis yapalım. Afiyet olsun.

24 Şubat 2012 Cuma

Portakallı Ricottalı Bisküvi Tatlısı

Bir dakikada bir tatlı nasıl yapılır?
Doğal olarak evdeki hazır malzeme ve yaratıcılıkla. Bir çokoprens yada başka birkaç bisküvi tabağa ufalanır. Üzerine biraz ricotta (taze lor) eklenir. Bir kaç parça portakal eklenir. Üzerine birkaç yemek kaşığı bal gezdirip kakao ile süsleyip servis yapabilir. İstenirse muz, elma, armut, çilek gibi başka mevalarda kullanılabilir.

Hazırlaması bir dakika damakta bıraktığı zevk tarifsiz. Bizim Mert tadına bakınca kısa bir süre hafızasını kaybetti. Lezzetin etkisi geçinceye kadar İbrahim Tatlıses dinleyip yazgısına isyan etti. Sonra yavaş yavaş normale döndü. Tahminen bu durum on dakika kadar sürdü.




Deneyin kesinlikle pişman olmazsınız. Ricotta yerine mevsimine göre dondurma, kaymak, krem şanti hatta yoğurt bile kullanabilirsiniz. Afiyet olsun.

16 Şubat 2012 Perşembe

Pratik Kesmik Baklavası



Büyüklerimizin yaptığı ev baklavalarının tadı mutlaka damağımızda. Günümüz kentsel yaşamı içinde klasik baklavaları yapacak zamanımız yok. Hazır aldığımız baklavalarda da istediğimiz lezzet yok. Hatta ben İstanbul da kesmik baklavası satan bir yer duymadım. Bunun için biraz hazır malzeme ile fazla bilinmeyen bir malzeme olan kesmikle size kolay bir tarif vereceğim.

Malzemeler
1 paket baklavalık hamur
150 gr tereyağı
100 mlt sıvı yağ
Kesmik için:
2 lt süt
1 limon yada 1 bardak yoğurt suyu
1 kaşık mısır yada buğday nişastası
200 gr toz şeker
Şerbet için:
400 gr toz şeker
2 su bardağı su
Bir tatlı kaşığı limon suyu
 
Kesmiğin hazırlanması
Kesmiğin lor yada çökelekten farkını önceden bloğumda anlatmıştım. İstenirse kesmik yerine taze lorda kullanılabilir. Önce sütü ısıtıyoruz, kaymağı şişmeye başladığı anda limon suyu ve yoğurt suyunu ardından bir kaşık nişastayı ekliyoruz.  Çok az daha kaynatıp tencereyi indiriyoruz. Tencerede bu şekilde 4 yada 5 saat dilendirip bir süzgece konmuş ince bir tülbentten bir gece süzüp suyunu almak kısaca kesmiği bir gün önceden hazırlamaya başlamak en iyisi. Eğer zamanınız yoksa 1 saat dinlendirip 1 yada 2 saat süzmekte yetebilir.

Kesmik baklavası tuzsuz peynirlede yapılabilir. Fakat peynir soğuyunca sertleşir ve yerken pek hoş olmaz. Bu sebeple peynirli yapılırsa hemen sıcak sıcak servis yapmak gerekir. Bazı insanlar kesmiğin tadını sevmiyorlar bu sebeple yada başka sebeple peynirli yapmak gereği varsa kesmik ile karıştırılarak sertleşme önlenebilir ve peynir tadı korunabilir.

Baklavanın Hazırlanması:
Marketten aldığımız baklavalık hamurları geleneksel olarak yağlayarak 20 kat tepsiye döşedikten sonra arasına toz şeker ile karıştırdığımız kesmiği koyup üstünü 20 kat daha yufka döşeyerek geleneksel kesmik baklavası yapılabilir. Fakat bu tip bir baklavada çıtır yapabilmek ustalık istediği gibi hazırlandığında hemen servis edip kısa sürede bitirmek gerekir. 

Eğer yufkaların her birini gül gibi yapıp baklava hazırlarsanız pişirdiğinizde baklavanız garanti çıtır olur. Ne zaman isterseniz şerbetleyip servis yaparsınız çıtırlığını kaybetmez. Gerekirse bir kaç gün bekleyebilir şerbetlenmediği için şekerlenme yumuşama yapmaz. Hatta ılık seviyorsanız hafifçe tavada ısıtıp şerbetleyip sevis yapabilirsiniz. (mikro dalgada yumuşayıp çıtırlığını kaybediyor!)Yani bu yöntemle yapılmış baklava size çok esnek ve kolay bir servis seçeneği sunar. Peki bunu nasıl yapacağız.


Tereyağı ve sıvı yağımızı bir tavada eritiyoruz. Önce yufkamızı yağlıyoruz.







Yağladığımız yufkanın bir tarafına düz bir çizgi halinde kesmiğimizi koyuyoruz.







Kesmik yerleştirilmiş yufkamızı yuvarlayarak kapatıyoruz.








Yufkamızın bir ucunu sabit tutarak olduğu yerde halkalar halinde sararak gül şeklini veriyoruz.







Daha sonra tabanına pişirme kağıdı koyduğumuz tepsiye diziyoruz. Tepsimizi 175 C fırında yaklaşık yarım saat pembeleşinceye kadar pişiriyoruz. 





Tencerede kaynattığımız şerbetimizi de hazır ediyoruz. Ne zaman sevis yapacaksak üstüne kaşıkla şerbet dökerek (ben şerbetin içine atıp biraz bekletip tabağa almayı daha çok seviyorum) sevis yapıyoruz.





Önceden de belirttiğim gibi hazır pişmiş baklavayı dilediğimiz zaman sevis yapabiliriz. Beklemesinde hiç bir sakınca yok. Şerbetsiz beklediği içinde hiç yumuşamıyor. Aynı tarifi cevizlide yapabilirsiniz. Biraz şekerle karıştırdığınız ceviz içini kesmik yerine koyarak hazırladığınız baklavayı aynı şekilde sevis yapabilirsiniz. Biz bu yazıyı hazırlarken karışık yaptık hem cevizli hem kesmikli ikisini birlikte sevis yapmakta farklı olabilir. Sadece ikisi beraber pişerken cevizli güller daha çabuk pembeleşiyor! Belki Antep fıstıklı yada başka malzemeler ile de bu tarifi uygulamak mümkün!
Cevizli Pratik Baklava
Afiyet olsun, ağzınızın tadı eksilmesin.

12 Şubat 2012 Pazar

Kesmik, Lor, Çökelek, Ricotta


Kesmik Isparta ilimizde özellikle Yalvaç ilçesi ve yöresinde ısıtılmış sütün limon suyu, sirke yada yoğurt suyu gibi asitik ürünlerle asitliğini değiştirerek elde edilen pıhtıdan üretilen bir süt ürünüdür. Genellikle tatlı yapımında kullanılır. Kesmik baklavası, kesmikli güllaç dolması yapılır.



Ricotta ile lor koyun veya inek, keçi, manda sütlerinden peynir üretiminden arta kalan peynir altı suyundan yapılan bir süt ürünüdür. Tipik ricotta yada lor peynir olarak anılmasına rağmen sütün mayalanması ve kazein pıhtılaşması ile oluşmuş bir ürün değildir. Daha ziyade, peynir üretimi sırasında ayrılan peynir altı suyu içinde kalan özellikle albümin, globulin ve diğer süt proteinlerinin ısı ile pıhtılaştırılmasıyla yapılır.


Çökelek ise yağı alınmış ayranın yani yoğurdun ısıtılarak pıhtılaştırılması yada çökertilmesi ile elde edilen bir süt ürünüdür. Genellikle de lor ile karıştırılır. Kesinlikle de farklı ürünlerdir. Çökelekte elde edilen ürün keselerde suyu süzüldükten sonra tuzlanır hatta dayanıklılığını artırmak üzere biraz daha suyuda uçurulur. Silifke yöresinde “hamçökelek”, Anamur yöresinde “keş”, Rize yöresinde “minci”, Hatay yöresinde “sürk”, Trakya'da “ekşimik” adıyla da anılır. Çökeleğin işleniş biçimine ve içine eklenen baharat ve otlardan dolayı değişik isimler almış çeşitleri vardır.

İtalyan ricotta genellikle koyun, peynir altı suyu, inek, keçi veya manda sütünden yapılırken, Amerika da sadece inek sütü peynir altı suyu ile yapılır. Her iki tipinde yağ ve sodyum miktarı düşük olmakla birlikte Amerikan versiyonu hafif tuzlu ve nemli iken, İtalyan versiyonu doğal tatlıdır. Taze, yumuşak formuna ek olarak tuzlanmış pişmiş ve tütsülenmiş olarakta satılır. Bu şekilde daha uzun bir raf ömrü sağlanmaktadır. Ricottonun beyaz ve biraz suyu uçurularak sertleştirilmiş şekli “ricotta salata” olarak adlandırılır. Ricotta salata ince bir sepet örgü deseni ile dekore edilmiş tekerlekler şeklinde satılmaktadır.



"Ricotta infornata" sıkıştırtmış yumuşak bir lor parçasının esmerleşinceye hatta bazen kahverengileşinceye, kömürleşmiş kabuk oluşuncaya kadar fırınlanması ile üretilir. Ricotta infornata özellikle Sardunya ve Sicilyada popülerdir ve bazen de “ricotta al forno” denir.




Ricotta affumicata” ricotta infornata benzer. Yumuşak bir ricotta parçasının meşe ve kestane ağaçlarının dumanı ile tütsülenmesi ile gri bir kabuk oluşturulur.  Kayın ,ardıç ve bazı otların  tütsülemeye eklenmesi ile kendine özgü yanmış ahşap kokusu yakalanır.




İspanyolların ve meksikalılarında kendilerine özgü üretim teknikleri ve saklama şekillerinden dolayı farklılaşan ricottaları vardır. Bizdeki lor üretilir üretilmez raf ömrünü uzatmak üzere tuzlanarak piyasaya verilir. Son yıllarda ricotta benzeri ürün talepleri nedeni ile tuzsuz lor yada taze lor ismiyle tuzlanmadan da satılmakta. Vakumlu paketlerde az tuzlu kahvaltılık lor ismiyle satılan sekiller de var.

Doğal olarak bu ürünlerin hepsi sütün ömrünü uzatmak üzere geliştirilmiş yöntemler. Kesmik peynir üretiminin bir alt ürünü değil. Yaklaşık olarak ısıyla ve ph değiştirilmesi ile pıhtılaştırılabilen tüm süt ögelerini içinde bulundurulduğu için lor yada ricottadan daha besleyici. Çökelekte içinde yağ bulundurmamasına rağmen buna yakın (hatta belki daha fazla tercih edilebilir.) tuzlu olması dışında eksisi yok.

Fakat bizim oraların kesmik ile yapılan baklavası ve kesmikli güllaç dolması bir başkadır. Geleneksel yöntem dışında bu tatlıların şehirde kolayca yapılabilecek bir tarifini vereceğim bekleyin!