İstanbul
Vapurları ile ilgili bu ikinci yazımda ve bundan sonraki birkaç yazıda vapurda
yaşam adabı ile ilgili anıları size aktarmaya çalışacağım. Bunlardan ilki vapur
büfeleri ile ilgili. Son bindiğim vapurda büfede temiz bardak yok diye kâğıt
bardak ile çay vermeye çalıştıkları için kızdığımdan öncelikle yazmayı
düşündüğüm vapur kullanma adabı ile ilgili yazıyı erteleyip büfelere öncelik
vermeye karar verdim.
|
İstanbul Vapurları |
İstanbulda
iki kıta arasında yolculuk etmenin en güzel şekli vapur yolculuğudur. Bu
yaklaşık yirmi dakikalık yolculukta en büyük zevk simit çaydır.
|
Fenerbahçe Vapuru 1962 |
Son elli yılda müstecirler tarafından
işletilen ve ihale ile alınan vapur büfeleri son derece kötü işletilmişler ve fahiş
fiyatlarla kalitesiz hizmet vermişlerdir. İstanbullular çok şikayet etmişlerdir.
Haziran 2005 tarihinde büfeler
boşaltılarak belediyenin Beltur işletmesine devredilmişlerdir. Bu devirden
sonra kalite ve çeşitler yükselmiş fiyatlarda makul seviyede kalmıştır. Kötünün iyisi misali ile Belturun büfeleri beğeni kazanmıştır. Fakat
yüz yıl önceki kaliteye asla ulaşmamıştır.
Peyami
Safa’nın “Yirminci Asır” gazetesi 21/01/1954 sayısında yayınlanan Ahmet
Cemaleddin Saraçoğlu’nun* “Vapur
Büfelerinde Akşamcılar” yazısı geçen yüzyılın başında İstanbul vapur büfelerini
çok güzel anlatmaktadır.
….
Elli yıl evvelki vapurlardan, Şirket-i Hayriye – İdare-i Mahsusa gemileri
rekabetinden, halk tarafından sevilen çok tutulan gözde kaptanlardan bahsolunur
da artık bu gemilerin tarihe karışmış hususiyetlerinden biri olan içkili
büfeleri, bu büfelerin daimi müşterilerine ve zevk ehli akşamcıları meskut
geçilemez ya! (meskut: söylenmemiş) Bu haftaki sohbetimizde biraz bunları
anlatalım.
Şimdi
Boğaziçi, Adalar, Karaköyü seferlerini yapan gemilerde de büfeler mevcut amma
bundan yarım asır evvelki büfelerle bugünküler arasında şu fark vardı:
Zamaneninkilerde kahve, çay, gazoz, iyi su, çikolata, sandviç, badem
kurabiyesi, çiklet, nane, limon, okaliptüs şekerleri; yazın buzlu limonata,
bazı Boğaziçi vapurlarında sakız leblebisi, pandispanya, simit bile bol bol
satıldığı halde rakı, bira gibi keyif verici alkollü içkilere artık
rastlanmıyor…
Eski
Boğaziçi vapurlarında, Marmara seferlerini yapanların bazılarında çiklet ve son
yılların bir icadı olan okaliptüs şekeri hariç, bütün yukarıda saydığımız çerez
ve yemişlerden maada düz rakı; mastika; Bomantisi, Draher’i, Spaten’i, Nektar’ı
ile biranın çeşitlisi; tek tük rastlanan alafranga meşrep müşterileri de boş
çevirmemek, onlarında gönüllerini hoş edebilmek için Amer, Vermut, konyak gibi,
o devirde pek de rağbet görmeyen, alafranga içkiler satılırdı.
Meşrutiyetin
ilanından sonra her nedense konyak kullananlar çoğaldı idi. Artık rakı gibi
fazla meze icap ettirmediği için midir nedir, üç yıldızlı Fransız Martel,
Yunanlıların meşhur Metaksa konyağı da rağbet görmeye başladı idi. Ha, az daha
unutuyordum, bir de Yunanlıların mahut çam kokulu Reçine şarapları da o zamanki
vapur büfelerinde sık sık rastlanan bir içki idi.
Devir
Abdülhamit’in istibdat devri. Akdeniz adaları, Midilli’si, Sakız’ı, Rodos’u
Limni’si, İstanköy’ü, hatta Girit’i ile bizde, bu adalardan Marmaris kayıkları
denilen güverteli barakalarla Adalardan düz rakının en alası, anason yerine mis
gibi sakız kokan mastikanın en alası gelmekte, inhisar, Tekel bandrol gibi
tabirler İstanbul’un henüz meçhulü. Biraya gelince o devirde rakı gibi bira da serbest,
yerli olarak “Bomonti” fabrikası vardı. Sonra “Nektar” adıyla bu İsviçreli
müesseseye bir rakip çıktı idi.
Biranın
şişesi otuz paraya satılırken “Bomonti-Nektar” rekabeti yüzünden buz gibi
soğutulmuş bir kasa yani on şişe bira evvela altı kuruşa sonra karşılıklı
indirimler yüzünden beş kuruşa kadar indi… Almanya’dan Avusturya’dan da
mevsimine göre tepeleri şampanya şişesi gibi beyaz yaldızlı “Draher” “Spaten”
biraları gelir bunlar da şimdiki hallerden her halde ucuz bir fiyata içilirdi.
İşte
içkinin yerlisi, yabancısı; kibarı, adisi sudan ucuz bir fiyata satıldığı yarım
asır evvelki İstanbul’da Boğaziçi
vapurlarının büfelerinde de rakı,
mastika, konyak, bira satılırdı. Küçücük kadehlerde müşterilere sunulan bu
içkilerin mezeleri de küçümencik kahve fincanı tabaklarına yerleştirilir, iştah
açıcı bir şekilde düzeltilirdi. Daha büyücek bir tabakta da, lokma lokma dört
köşe kesilmiş ekmek parçaları sunulurdu. Mezeler ekseriya biraz kaşar peyniri,
bir sardalya, kehribar gibi sarı minnacık sivri biberler, bir iki tane kalamata
zeytini, bir dilim sucuk, zar gibi ince kesilmiş iki dilim pastırma, yağlı
Edirne peyniri, mevsiminde patlıcan kızartması yahut ezme salatası, “kornişon”
dedikleri mini mini dikenli Rus salatalıkları, sakız leblebisi; tuzlu leblebi,
badem; şamfıstığı; ringa tütün balığı filetoları gibi şeylerdi. Bunlar
dediğimiz gibi mini mini kahve fincanı tabaklarına konur, her kadehte bir iki
türlüsü müşterinin önüne sürülürdü.
O
zamanki gemilerde büfeler bugünkü gibi üst güvertede değil, orta güvertede
makine kaportasının yanındaki küçücük kamaralarda idi. Vapurların çoğu da
yandan çarklı yani padi gemiler oldukları için vapurun baş tarafına doğru,
çarkın yanındaki büfeler, o vapurlarda oldukça geniş idiler. Müşteriler gelince onlar ya ayakta tezgah
başında demlenirler yahut da açılır kapanır iskemleleri büfenin yakınına çekip,
gelip geçene mani olmayacak bir şekilde otururlar, bir taraftan Boğaz’ın zümrüt
gibi yeşil korularını, pırıl pırıl parlayan beyaz boyalı ahşap ahşap yalılarını,
rıhtımlarda, iskelelerde gezinen halkı
seyrederek, bir taraftan tatlı tatlı çakarlardı.
Öyle
sulanmak cıvımak şuna buna sataşmak gibi haller asla görülmez, şayet istisna
kabilinden böyle bir hal vukuunda büfeci sulu müşteriyi allem eder kallem eder
büfeden uzaklaştırırdı.
Zaten
her vapurun akşam seferlerinde görülen bu yarı gizli içki âlemlerinin
müdavimleri büfecilerce tanınmış kimselerdi… daha uzaktan görünüp de köprü
dubasına yanaşık duran vapurun iskelesine ayak attılar mı, toparlak
penceresinden bu gedikli müşterilerini gözleyen büfeci:
-Buyurun
… Bey, bu akşam senin için taze taze çinakop kızarttım yahut:
-Hoş
geldiniz falanyan efendi, bir sakız kayığında öyle bir mastika buldum ki
ağzınıza layık… kabilinden girizgahlarla bu zevk ehli, keyif düşkünü akşamcı
müşterilerini piyazlar, vapur Beşiktaş’ı geçip Ortaköy’e doğru yol alınca da
çakıntı başlardı. Çünkü vapur köprüde yanaşık dururken, hele Dolmabahçe Sarayı
önünden geçerken demlenmeğe bir nevi kabalık sayılırdı…
Güneş
ufukta kaybolurken, vapurun muttarit patpatlarla lacivert suları dövdüğü yan
çarklarının ve o lombozlarına sırtlarını dayamış içleri yemiş dolu mendilleri,
zembilleri bacaklarının arasında, açılır kapanır lakelere kurulmuş keyif ehli
akşamcıların, şair olmayanlara bile şiir duyguları ilham eden o cennet manzaralarını
seyrede ede minnacık kadehlerini kimseye belli etmemeğe çalışarak, bir yuvarlayışları,
efendice bir demlenişleri vardı ki vapur büfelerinin bu hususiyetlerini en
büyük gazinolarda, en lüks meyhanelerde bile bulmak kabil değildi.
Sonraları
ne oldu bilmem, o efendice içki içmeyi bilen Boğaziçili, Adalı akşamcılar mı
yok oldular, yoksa ateş pahasına fırlayan içkiler vapur büfelerinde değil,
koltuk meyhanelerinde bile içilemez bir hale mi geldi yahut İstanbul’un
istirdadında tatbike başlanan içki yasağı mı bu vapur büfecilerinin ocaklarına
incir dikti? Her neyse bugün artık ne o eski akşamcılara, ne de mizaçtan anlar,
hovarda meşrep, minimini kadehler ve kahve fincanı tabağıyla çeşitli mezelerini
sunan o eski büfeciler artık tarihe karıştılar, birer hatıra oldular…
Günümüzde
artık pek kimsenin hatırlamadığı eski vapur hayatı, adabı tarihin tozlu
sayfalarında hoş bir seda olarak kalmaya mahkûm oldu. Artık İstanbul da ne o
eski medeniyet, ne o eski refah kaldı. Dünyanın en eski büyük şehri artık
endüstrileşen ve globalleşen yenidünya düzeni ile hızla köylerdeki, Anadolu’nun
ücra köşelerindeki medeniyete doğru ilerliyor.
Vapur
dizimizde bundan sonra yine eski İstanbulluların ağzından vapur adabını
günümüze taşımaya çalışacağım.
*Cumhuriyet dönemi basın dünyasının önemli isimlerinden biri olan Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu 5 Ağustos 1893 te İstanbulda doğdu. 1913 te Jules Faure Fransız lisesini bitirdi. Daha sonra Robert Kollejin Mühendislik kısmına devam ettiysede Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla 1914 te askere alındı. 1918 de Tevhidi Efkar gazetesinde çalışmaya başladı, daha sonra İkdam ve Tercüman-ı Hakikat gazetesinde çalışır.1929 da Parmak İzi dergisini çıkardı.1938 de Yeni Sabah gazetesini çıkardı.1948 yılından sonra hayatının geri kalanını Bostancıdaki ahşap köşkünde geçirmiş, yazı hayatından kopmamış fakat aktif gazetecilikten emekli olmuştur. 31 Haziran 1972 de vefat etmiştir.