16 Ekim 2011 Pazar

İstinye






İstinye, İstanbul boğazı'nın Rumeli yakasında yer alan bir sahil semtidir. kuzeyinde Yeniköy, güneyinde Emirgan ile komşudur. istinye çok eski bir yerleşim bölgesidir. 2005 ile 2010 yılları arasında yaşadığımız bu bölge İstanbulun ve boğazın en güzel bölgelerindendir.


TARİH
İstinye'nin antik çağda ki adı Leosthenion'dur. Ancak yine aynı dönemlerde Lasthenes ve Sosthenion adlarıyla da anılmaktaydı. Helen dilinde ki adı Sosthenion'du. Bu ad, saos/sos(güvenli) ve Sthenion(güçlünün yeri- Athena'nın yeri )sözcüklerinden türetilmiş olup, " güçlü tanrıça Athena'nın güvenli koyu " anlamına gelmektedir. Bundan da anlaşıldığı gibi istinya adını güvenli koyundan almaktadır.

İstinye'de antik çağda bir adak yeri vardı. Burada ki adak yerinin Argaunotların, Bebrik kralı Amyknos'u yenmelerine karşı saygı ve zafer ifaedesi olarak inşa etmişlerdi. Bu adak yerini yani başka bir deyişle tapınağı, Argaunotların kaptanı Iasson yaptırmıştı. İstinye Argaunotlar zamanında çok seçkin bir yerdi. Bizans döneminde İstinye'nin adı " Stenos " oldu. Yine aynı dönemde " Stenia " adını  aldı. Eski dönem isimlerinden Stenia'ya uyarlanan en yakın isim İstinye olduğu için bu ad benimsenmiş olmalıdır. Bir başka söylenceye göre bu semt de Eskiye adında bir din adamının burada yaşadığı ve bir tapınak yaptırdığı için semtin adı İstinye olmuştur.

Argaunotların yaptırdıkları adak yerini(tapınak), Bizans kralı Konstantin, kendi adına kiliseye çevirdi. Daha sonra ise Makedonyalı Basil onardı. O dönemde İstinye'de " Romanos " adlı imparatorluk sarayı vardı. Bu saray 921 yılında, Tuna kıyısından gelen Bulgarlar tarafından yıkılmıştır. Bu arada o devirlerle ilgili bir rivayet vardır ki: Bizans döneminde bir münzevi olan Daniel adlı kişi, otuz üç yıl boyunca İstinye'de bulunan bir sütun üzerinde oturmuş, yaz kış gelen ziyaretcilere bıkmadan usanmadan vaaz ederek sütunun üzerinde kalmayı sürdürmüştür. Bu rivayet ne derece doğru bilemeyiz.

2005 Kışında İstinye Koyu
İstinye koyu, derin ve korunaklı olduğu için, Bizans döneminden beri iskan edilmeye başlanmıştır. Hemen her dönemde Karadeniz'den gelen donanmalar İstinye koyunda demirlemişlerdir. Megaralılar, Argaunotlar, Bebrikler, Gotlar, Cenevizliler ve Bizanslılar İstinye koyunu kullanmışlardır. Zaman zaman İstanbul'un Karadeniz'e yakın semtlerine baskın yapan Don kazaklarının da uğrak yeri olmuştur. Osmanlı döneminde de aynı üs olarak kullanılan İstinye koyu, aynı zamanda tersane ve kalafat yeri olarak da kullanılmıştır.

İstinye 16.yüzyıldan itibaren gelişmeye başladı. Köy, tersane ve kalafat yeri olarak iş yeri havasına girerken, Neslişah Sultan da semtin gelişmesi için burada ki mevcut yerleşmeye bir mahalle kurarak ve bir mescit yaptırarak(1547) katkıda bulundu.

Evliya çelebi ünlü seyahatnamesinde İstinye ile ilgili şöyle yazar : "Bin parça gemi alır büyük limanı vardır. Han ve Medrese yoktur. Bağ ve bahçesi çoktur. Ahalisinin fukaraları bahçevan ve balıkçıdır. kasaba, körfez dahilinde olduğundan havası o kadar iyi değildir. Liman burnunda bir misafirhanesi vardır. Limanı rüzgardan emindir. "

18 yüzyılda İstinye'de sahil boyunca yerleşme başlar ve yalılar, konaklar yer almaya başlar. Mahalle tarihi eser bakımından zengin yerleşim bölgelerinden biridir. Tarih boyunca uygarlıklara kucak açan İstinye, pek çok kez Bulgarlar, Hunlar, kazaklar ve Rusların saldırısına uğramış ve yıkılıp tahrip olmuştur.

İstinye'de ki tarihi eserlerden biri, Neslişah sultan camiidir. İstinye'de Değirmen sokakta bulunan cami, II.Beyazıt'ın torunu Neslişah sultan tarafından 1540 yılında yaptırıldı. Cami yol çalışmaları  nedeniyle 1957 yılında yıktırıldı. Arsasının bir kısmının yola verilmesine rağmen diğer kısmı üzerinde aynı ismi taşıyan bir cami yaptırıldı.


İstinye hamamı, Neslişah Sultan camii  karşısında İstinye hamamı  sokağı ile İstinye değinilen sokağının birleştiği yerdedir. Hamam 1460 yılında Gazi Semiz Ali Paşa tarafından yaptırılmış ve vakfedilmiştir. Aslında aynı yerde iki  hamam yaptırılmış ancak biri  yıkılmıştır. Halk  arasında bu hamama, Neslişah sultan hamamı da denilmektedir. Dilencilerin rağbet ettiği hamam aynı zamanda " dilenciler hamamı " olarak da anılırdı.

Bizans imparatoru Büyük Konstantin I. (324-337) " baş melek " Arhistratigos Mihail'in anısına şimdi ki  mevcut kiliseyi (iki melek) yaptırdı. Taksiarhon Mihail ve Gavril kilisesidir bu. Bugün ki kilise 1820 yılında Rus gemiciler tarafından yeniden inşa edilmeye başlanmış, 1938 yılında ancak tamamlanmıştır. Bu kilise Fener Patrikhanesine bağlıdır.

Mahallede bir adet Müslüman mezarlığı bulunmaktadır. Azınlıklara ait mezarlık ise yoktur. İstinyede' ki çeşmelerin en eskisi, Ahmet Şemsettin efendi çeşmesidir. Çeşme İstinye meydanında ki küçük parkın içinde olup, 1767 yılında Ahmet Şemsettin efendi tarafından yaptırılmıştır. Çeşmelerin su yolları, 1926 yılında İslamiyeti kabul eden  Trandıl Şem-i Nur adını alan bir hanım tarafından onarılmıştır.

Abdülhamit Han (1) çeşmesi, İstinye cami sokakta Neslişah Sultan cami'nin avlu kapısı bitişinde olup 1782 yılında yaptırılmıştır. II.Mahmut Han çeşmesi de 1834 yılında yapılmış ve günümüze ulaşmamıştır. İstinye sahil yolunda ve Toprak ailesine ait binanın bahçe duvarına bitişik olarak yaptırılan Rizeli Hacı Bayram Kaptan çeşmesi, duvar çeşmesi hüviyetinde olup yapım yılı 1900 yılıdır.
Tarihi çeşmelerdendir (Toprak ailesinden bu binalar TMSF tarafından alınmış ve Remzi Gür'e satılmıştır. Fakat yakın zamana kadar bina üzerinde Toprak yazmaya devam etmiştir).  Mimari yapısı ile dikkati çeken İskele çeşmesi 1908 yılında yaptırılmış olup, Vapur iskelesi karşısındadır. Bu çeşmeyi kimin yaptırdığı bilinmemektedir.

İstinye, tarihi eser özelliği  taşıyan bina bakımından zengindir. Özellikle, 19. yüzyılda yapılan Faik bey yalısı, harika mimarisi ile dikkati çeker. Bina daha sonra el değiştirdiği için Pakize hanım yalısı olarak da anılır. Recaizade(hancıoğlu) yalısı, İstinye vapur iskelesi yanındadır. Yalı 19.yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Zamanla harap olan yalı, 1970 li yıllarda yıkılmış, 1985 yılında yeniden yapılmıştır.

Yeniköy'den İstinye'ye girişte, sağ tarafta ve tam köşedeki beyaz yalı denilen yalı da İstinye'nin göz okşayan tarihi binalarındandır. Bu binayı geçtikten sonra, hastanelere varmadan sağ tarafta harap görünümde ki tarihi binalar ile, büyük bahçe içesinde ki Toprak ailesine ait köşk ve müştemilatı dikkati çeker. İstinye deresinin ve halı sahasının yanında ki tarihi İbrahim Efendi köşkü de harap haldedir. İstinye'de sokak aralarında pek çok tarihi bina vardır. Bunların bir kısmı restore edilmiş, bir kısmı da harap haldedir.

İstinye-Emirgan yolu üzerinde ve deniz tarafında ki Müşir(deli) Fuat paşa yalısı da tarihi eserlerdendir. Yalı 19. yüz yılın ikinci yarısında yapılmış olup, ilk sahibi Billuri Mehmet efendidir. Sonra sırası ile İran Sefiri Muhsin Han, Hicaz kralı şura-ı Devlet azalarından Şerif Hüseyin bey yalının sahibi olmuştur. Son sahibi ise, Müşir(deli) Fuat paşa'dır. MüşirDeli Fuat Paşa, başarılı bir asker ve devlet adamı olması, bildiklerini ve düşündüklerini çekinmeden ve dürüstce söylemesi nedeniyle kendisine " deli " lakabı  takılmıştır. Bu nedenle yalı son sahibinin ismiyle anılır. Yalı daha sonra Deniz Yolları idaresine satıldı. 1991 yılında, tersane alanı boşaltılınca onarıma alındı. Nihayet 1999 yılında Karadeniz Ekonomik işbirliği D8 Uluslararası sekreteryası, Dış işleri bakanlığının, Türkiye temsilciliğinin kullanımına verildi.

Yeniköy'den İstinye'ye girişte, Kaşkar çay bahçesi ve Han Restaurant'ın çınar ağacı, İstinye'nin anıt ağaçlarındandır.

İstinye İskelesi


İstinye İskelesi Boğaziçi'nin Rumeli yakasındaki iskelelerinden olup, sadece sabah ve akşamları zirve satlerde hizmet vermektedir. İskele ve iskele binası betonarmedir. Bina tek katlıdır. İstinye Tersanesi’nin 1991 yılında kaldırılmasıyla, yolcu sayısı iyice azalmıştır. Önünde bir duba bağlıdır. İskelenin önündeki derinlik; 4.7 metredir. Köprüye; 7.70 deniz mili mesafededir.

 
DEMOGRAFİK YAPI
İstinye'nin yerli halkı, Bizans dönemine kadar Rum ve diğer azınlıklardan oluşuyordu. Ancak 1877 Rus harbi(93 harbi) göçleri, Balkan harbi(1912) göçleri ve Rize'nin Ruslar tarafından işgali nedeniyle İstinye, en çok göç alan yerleşim alanlarından biri olmuştur. Yirmi-otuz yıl öncesine kadar İstinye halkının büyük çoğunluğunu Rize, Ardeşen, Hopa, Fındıklı ve Artvin halkı oluşturuyordu. Balkanlar'dan gelenler de az değildi. Bu yöre toplulukları yine bu bölgede ikamet etmekte ve İstinye'nin yerli halkını oluşturmaktadırlar. Ne var ki son yıllarda yapılaşma, siteleşme ve yeni yerleşim alanlarının meydana gelmesi nedeniyle nüfus da büyük bir artış meydana gelmiştir.


İstinye denince akla koyu,tersanesi, kalafat yerleri, balıkcılığı, taş ve kireç ocakları ve topraklarının verimli olması nedeniyle bahçecilik gelir.

İstinye'de Rumlar ve Türkler iç içe yaşamazlardı. Rumlar genelde deniz kıyısını tercih ederken Türkler iç kısımlarda yaşarlardı.

Denizi ve koyu ile dikkat çeken İstinye'de ilk deniiz hamamı, 05.10.1877 tarihinde Vilayet-i Belediye kanunu gereğince, halkın açıktan denize girmelerini önlemek amacıyla, 1878 yılında açıldı. Bu deniz hamamı çok uzun yıllar kullanıldı. Günümüzde İstinye'de plaj(deniz hamamı) yoktur. 

İstinye'de bir de itfaiye teşkilatı bulunmaktadır. Bu teşkilat 1926 yılında İstanbul  Belediyesi tarafından " deniz itfaiyesi " olarak kuruldu ve 1960 yılına kadar hem deniz hem de kara itfaiyesi olarak görev yaptı. Deniz itfaiye gemisi ömrünü tamamladığından hizmetden kaldırıldı. Ancak İstinye itfaiyesi kara müfrezesi ile görevine halen devam etmektedir. 

1969 yılında Tersane


TERSANE
İstinye koyunda modern bir tersane yapılması için ilk adım 1856 yılında atılmış ve Zaptiye Müşiri (deli) Fuat paşa'nın bu bölgede ki arazisi üzerine ticaret gemileri için bakım onarım ve gemi inşa tersanesi yapım ruhsatı verilmiştir. Tersane yapımına 1909 yılında İtalyanlar talip olmuş, fakat Trablusgarp harbi nedeniyle çalışmalar yarıda kalmmıştır. 1911-1912 yıllarında Fransız şirketi tersane yapımişini üstlendi ve ismi " Boğaziçi istinye Havuz ve Destgahları Anonim Şirketi " olan bir tersane kurdular. Tersane 1912 yılında hizmete girdi. 1918 yılında Mondros Mütarekesinden sonra İngilizler tarafından tersane işgal edilmiş ise de, Fransızlar tersane üzerinde hakimiyet kurmuş ve 1928 yılına kadar çalıştırmışlardır. 1928 yılında tersane, devlet tarafından satın alındı. Önce Denizbank'a sonra Deniz İşletmeleri'ne, 1944 yılında ise Devlet Deniz Yolları ve Limanları Genel Müdürlüüğüne bağlandı.

İstinye tersanesinde üç havuz vardı. Biri 137.15 metre uzunluğunda ve 21.3 metre genişliğinde, diğeri 67.32 metre uzunluğunda ve 29.4 metre genişiliğinde sonuncu  ve üçüncü havuz ise, 152.1 metre uzunluğunda ve 29.4 metre genişliğinde idi. Bu ölçülerden daha uzun bir şilep yada tanker geldiğinde, ikinici ve üçünncü havuzlar birleşitrilerek çok daha uzun bir havuz oluşturuluyor ve tersaneye gelen gemiye rahatlıkla hizmet veriliyordu.

Bostancı(1956), Caddebostan(1956), Çengelköy(1962), Suadiye(1964), şehit Temel Şimşir(1977), Aydın Güler(1981), Rumelifeneri(1988) ve Kızıltoprak(1988) yolcu gemileri ile Celal Atik(1988), Hamit Kaplan(1988) tarak gemileri İstinye tersanesinde inşa edilmiştir.

Uzun yıllar Türk ve Dünya denizciliğine hizmet eden tersane, Boğaziçi yasasının 12. maddesi gereğince, 26.08.1991 tarihinde kapatılmış ve bu arazi turizm alanı ilan edilmiştir. Bu tarihi tersane de izmir Alaybey tersanesine nakledilmiştir. Boşaltılan alan turizm ve eğlence merkezi olarak kullanılmakta, sosyal ve kültürel etkinlikler bu alanda yapılmaktadır. Bu geniş alan üzerinde ve Tokmakburnu yönünde, İstanbul Gemi Trafik hizmetleri merkezi vardır. Boğaz geçişleri bu merkezden yönlendirilmektedir.

EKONOMİ
İstinye, Sarıyer ilçesinin sanayi bölgesidir. İstinye'nin iç kkısımlarında taş ve kireç ocakları vardı. Bunlar terk edikdikten sonra buralarda binalar yapılmaya başladı. İstinye'nin iç kısımlarında Kavel Kablo fabrikası, Türkay Endüstri ve Ticaret A.Ş.( türkay kibrit fabrikası), Beldeyama, Beldesan, Termo teknik fabrikaları bulunmaktaydı ve bu fabrikalar nedeniyle İstinye ilçenin sanayi merkezi konumundaydı. Ancak, günün koşulları dikkate alınarak bu fabrikaların büyük bir kısmı şehir dışına taşındı. Boşalttıkları alanlar ya konut inşaatına açıldı yada değişik iş alanlarına dönüştürüldü.  Borusan oto, Otokoç, Renault, Citroen gibi otomotiv marklarının büyük satış alanlarının bulunduğu bir otomotiv merkezi,  CarrefourSA ve Migros gibi büyük iş yerleri ve alışveriş merkezleri ile İstinye, Boğaziçi'nin en hareketli ve en canlı iş bölgesidir. Aynı bölgede A.B.D. Başkonsolosluk binası ve Türkiye Futbol Federasyonu merkezi bulunmaktadır. Ayrıca Koç Üniversitesinin İstinye kampüsüde bu eski fabrikalar bölgesindedir. Son dönemde İstinye Bayırı denen bölgede İstinye Park alışveriş merkezi inşa edilmiştir. İstanbulun en büyük ve seçkin alışveriş merkezlerinden birisidir. Hafta sonları çevresinde ciddi tarfik sorunu olmaktadır.



İstinye sahili havanın iyi olduğu günlerde İstanbullular tarafından gezinti ve yürüyüş için çok tercih edilen bir bölgedir. Yazın hafta sonlarında trafik hızı bir kaç kmye kadar düşer. Yaz aylarında hafta sonu ulaşım kaçamak yolları bilmeyenler için oldukça büyük sıkıntıdır. Sahildeki tüm kafe restoranlar ve çaybahçeleri dolu olur. Koyun içi üst üste teknelerle doludur. Belediye üç dört yıldır buraya düzenli bir marina yapılacağını açıklamasına rağmen henüz bir hareket yok.

Boğazın en güzel yerlerinden olan İstinye gezmek ve haftasonu programları için ideal bir seçimdir. Komşuları olan Emirgan, Yeniköy ve Tarabya ile iyi bir haftasonu programı olabilir.








17 Eylül 2011 Cumartesi

Semantik pragmatik dil bozukluğu nedir?

"Semantik pragmatik dil bozukluğu" terimi yaklaşık 15 yıldır kullanılıyor. Başlangıçta sadece otistik olmayan çocukları tanımlamak için kullanılmıştır. 

İçerdiği Özellikler:
  • dil gelişiminde gecikme
  • kelimeleri özgürce yan yana kullanmak yerine ibareleri ezberleyerek konuşmayı öğrenmek.
  • Televizyon v.b. yerlerden hatırladığı ibareleri anlamı dışında kullanma
  • Ben ve sen terimlerini karıştırmak
  • Özellikle “nasıl” ve “neden” içeren soruları anlama problemi
  • konuşulanları izleme zorluğu
Bu tip bozukluğu olan çocuklar, diğer insanların söylediklerini anlamakta sorunludurlar ve kendilerini nasıl uygun şekilde ifade edeceklerini anlamazlar.
En son araştırmalar ve pratik deneyimler iki önemli bulguya meyillidir:
  1. Kesinlikle otistik olan pek çok insanın bu çeşit dil bozukluğu da vardır. (Dastin Hofmanın Yağmur adamdaki Raymond karakteri tipik bir örnektir.)
  1. Semantik pragmatik gelişim bozukluğu tanımlanan pek çok çocuğun hafif otistik özellikleri vardır. Örneğin, genellikle sosyal beklenti ve durumları anlamakta güçlükleri vardır, hep aynı döngülere saplantılıdırlar ve yaratıcı oyun eksiklikleri vardır.
Bir süredir konuşma terapistler semantik pragmatik gelişim bozukluğu olan çocuklarla gerçek otistik çocuklar arasında önemli bir fark olduğunu iddia ediyorlar. Semantik pragmatik çocuklarda görülen otistik özellikler dille olan güçlüğün sonucudur.
Bununla beraber devam eden araştırmalar,semantik pragmatik dil bozukluğu ile otistik özelliklerin ikisini de oluşturan belirli tekbir bilişsel zayıflık olduğudur. Hattı zatında semantik pragmatik sorunu olan çocuk konuşmanın anlam ve önemini anlamakta ki sorunu gibi olayları anlama ve önemini anlamakta da sorunlular, bu da birbirinin sonucu gibi görünüyor.
Sonuç olarak otistik gruplama durumu açıklamak için kullanılmıştır. Bu gruplamanın içinde olan tüm çocukların semantik pragmatik dil sorunları vardır, fakat diğer otistik bozuklukları yüksek, orta yada hafif olabilir.  Buda Asperger Sendromu sınıflamasına paralellik gösterir, Asperger Sendromlu gruplanmış olan tüm çocuklar nispeten hafif sosyal eksikliklidir ve sonuç olarak dil eksikliği de vardır.

Görülüyor ki semantik pragmatik dil bozukluğu sınıflandırılmış çocuklar aynı zamanda yüksek fonksiyonlu otistik olaraktan sınıflanıyorlar.Uzmanlar çok az bile konuşsalar zeki çocukları Aspeger Sendromu olarak sınıflama temayülündeler. Fakat zeki Aspeger Sendromlu çocuklar ile Semantik Pragmatik Dil Bozukluklu çocuklar arasında çok öneli farklar var.Semantik Pragmatik dil bozukluklu çocuklar konuşmayı geç öğrenirlerken, Asperger Sendromlu Çocuklar üç yaşında cümlelerle konuşabilirler(Klinik göstergelerin sonucu). Semantik Pragmatik Dil Bozukluklu çocuklar IQ testlerinde sözlü QI testlerinden daha iyi başarı gösterirlerken, Asperger Sendromlu çocuklarınki diğer yönde temayüllüdür. Fakat, Semantik Pragmatik Dil Bozukluklu bir çocuk iyi konuşabilir bir hale gelince Asperger Sendromlular ve Yüksek Fonksiyonlu Otistiklerden farkı sadece akademik bir sınıflama haline geliyor.

Sınıflandırma sorununun bir diğer duygusal yönü de var. Ailelerin pek çoğu çocuğunu yüksek fonksiyonlu otistik tanımlamak yerine semantik pragmatik dil bozukluklu tanımlamayı daha yatkınlar. Diğer taraftan pek çok ailede semantik pragmatik dil bozukluğu tanımını hüsran yada yumuşatma görüyorlar. Çocuklarının davranışlarını bir çeşit otizm olarak tanımlandığında anlama eğiliminde oluyorlar.

Başka bir sorunda konunun lafzından oluşuyor. Otistik kelimesinin geçtiği tanımlardan dolayı pek çok çocuk okullar tarafından normal sınıfa kabul edilmiyorlar. Semantik Pragmatik Dil bozukluğu etiketi  normal sınıflar ve kaynaştırma eğitimleri için daha fazla şansı olan bir tanım. Belki de tek gerçekçi çözüm eğitimcileri eğitmek. Geniş otizm yelpazesi içinde etiket yerine çocuğa bakarak değerlendirme yapmayı öğrenmeliler.

Kısaca çok geniş otizm yelpazesi içinde genellikle sadece konuşmanın anlam ve önemini anlamakta ki sorunlardan dolayı olayları anlama ve önemini anlamakta da sorunlu olan bireylerdir. Yoğun eğitimle sorunlar kısmen yada tamamen ortadan kaldırılabilir.

                             
 

13 Eylül 2011 Salı

Küçük Ece Okula Başladı

Küçük Ecemiz okula başladı. Okulların açılmasını sabırsızlıkla bekledi. Hele son gece sabah okula gideceği için heyecandan uyuyamadı.  Anaokulunun tatil olduğu Haziran ortasından beri onu sürekli okul fikrine alıştırmak için çabaladık. Özellikle Annemiz Funda bütün yaz Ece ile okuma ve yazma çalışması yaptı, okulu yeni öğretmenini anlattı. Ayrıca devam ettiğimiz özel eğitim kurumu Temas Çocuk Merkezindeki öğretmenlerimizde Eceyi okula hazırladılar. Ece o kadar istekli çalıştı ki son aylarda kendisi kitaplarını defterlerini getirip çalışmak istiyorum diyordu. Hatta sabah kalkar kalkmaz kitaplarını arıyordu.
Ece için bu yıl çok önemli. Bu yıl ciddi bir eğitim sürecine başlıyor. Arkadaşlarından kopmadan, onlardan farklı hissetmeden, motivasyonu bozulmadan bu süreci atlatmamız gerekiyor. Ecenin algılama hızı normal çocuklardan daha yavaş ve konsantrasyon süresi kısa olduğundan arkadaşlarından geri kalmaması için önceden hazırlandık.
Ecenin özel eğitimine başladığımızda hedefimiz konuşması, duygularını, isteklerini, ihtiyaçlarını bize anlatabilmesiydi. Daha fazlasını hayal bile etmiyorduk. Bütün ailemiz ve aile büyüklerimiz Ece konuşsun diye dua ettiler. Şu anda Ece başlangıç hayallerimizin çok ilerisinde çenesi düşük, fazla bile konuşan, bize sık sık “ Sus artık Ece” detirten bir kız oldu. 

Eceye 33 aylıkken konulan tanı yaygın gelişim bozukluğu idi. İlk günden beri Psikolog Nilcan Kuleli Sertgil ile çalıştık. Daha sonra eğitimde yol aldıkça bu tanı daha kesin hale getirildi ve SPD (Semantic Pragmatic Disorder) yani Semantik Pragmatik Dil Bozukluğu tanısı kondu.  Dil öğrenme güçlüğü nedeni ile toplumsal ilişkileri ve sosyalizasyonu azalıyor, böylece normal çocuklar gibi gelişmediğinden bir gelişim bozukluğu ortaya çıkıyordu.

Üç yaşından beri ailece gösterdiğimiz özveri, özellikle Annemizin eşsiz özverisi ile bugünlere geldik. Konuşmasını hayal ederken okula başlıyoruz. Ece bizi hep hedeflerin önünde giderek Allahın da yardımı ile hep şaşırttı. Artık Ecemizin üniversiteye bile gidebileceğini hayal eder olduk. Bu hayallerin gerçeklemesi için Ecenin birinci sınıfı başarı ile atlatması gerekiyor. Allah hepimizin yardımcısı olsun.  
  

28 Ağustos 2011 Pazar

Büyükdere

İstanbul da en eski semtlerden, yada Boğaziçindeki en eski yerleşimlerden birisi de Büyükderedir. İÖ 5400 yılından itibaren tarih sahnesindedir, buda yaklaşık 7400 yıllık bir tarihe karşılık gelir. Büyükdere Bizans döneminde Vathys Koplos (Derin Körfez) yada Kalos Agros (Güzel Ülke ) olarak anılırdı. Antik çağda burada bir Artemis tapınağı olduğu bilinir. 1. Haçlı seferi komutanlarından Godefroy de Bouillon 1096 yılında Büyükdere kıyılarında kamp kurmuş ve çadırının bulunduğu noktaya bir çınar ağacı dikmiştir. Bu ağaç garip görünüşlü aynı noktadan yedi gövdenin çıktığı çevresi kırk metreyi aşkın bir çınardı. Bu semti çok seven Lady Montague bu ağaçtan söz etmiştir. 1930’larda Orman Fakültesine yer açmak için bu ağaç kesilmiştir!
Büyükdere geçen yüzyılın sonunda zengin Ermenilerin çok itibar ettiği bir bölgeydi. Bu ermenilerin çoğu katolik ermeniler idi. Bu sebeple burada bir ermeni katolik kilisesi ve okulu da vardır. Ermeni patriğinin yazlık residansı, Esayan, Abraham Paşa, Azaryan konaklarının yanı sıra, İspanyol ve Rus elçiliklerinin yazlık residanslarıda buradadır. 

Azaryan konağı 1950 yıllarında Koç ailesi tarafından satın alınmıştır. 1978 1980 yılları arasında restore edilerek Sadberk Hanım Müzesi adıyla müzeye çevrilmiştir. Türkiyenin ilk özel müzesi olan Sadberk Hanım Müzesi gerçekten görmeye değer bir müze. Hüseyin Kocabaş koleksiyonunun müze koleksiyonuna katılması ile birlikte yandaki 20 yy başlarına ait binada müzeye katılmış 1988 yılında Sevgi Gönül binası olarak hizmete açılmıştır. İstanbul da Topkapı Sarayı, Dolma Bahçe Sarayı, Arkeoloji Müzesi gibi dünyanın önde gelen müzeleri var. Bu müzelerdeki devasalık, karmaşa, gecekondu vari düzenden sonra Sadberk Hanım müzesi bana çok huzurlu, dingin ve profesyonelce yönetilen bir müze gibi geliyor. Ben bu müzeyi çok seviyorum. İstanbul da yaşayan yada yolu düşen herkese ziyaret etmelerini öneriyorum. 

1955 yılında yapılan büyük İstanbul imarından önce Boğazda şimdiki sahil yolu yoktu! Eski Büyükdere caddesi adıyla andığımız yol Belgrad Ormanlarının içinden Hacı Osman Yokuşundan aşağıya Büyükdere ye iner oradan da sahildeki yalıların ve Eski Büyükdere Vapur iskelesinin arkasından İspanyol sefaretinin önünden sahile ulaşır oradan da sahilden Sarıyere varılırdı. Eski Büyükdere caddesi falan dediğime bakmayın geçen yüzyılda bu yol patikadan biraz daha iyi bir yolmuş. Çünkü Boğazda bütün ulaşım deniz yolu ile yapılıyordu.

Boğazda ilk vapur seferleri 1837 yılında başlamıştır. Daha önce ulaşım kayıklarla sağlanıyordu. Büyükdere İskelesi Boğaziçi’nin en geniş yerinde bulunmakta olup, Şirketi Hayriye tarafından 20. yüzyılın başlarında yapılmıştır. Mimarı kesin olmamakla beraber Ali Talat Bey’dir. İskele iki katlı kâgir bir yapı olup, dikdörtgen planlı, üzeri kırma çatı ile örtülüdür. Neo-Klasik üslubun özelliklerini yansıtan kemerli cephe görünümü ile dikkati çekmektedir. İskele içerisinde bekleme salonu, memur ve çımacı odaları bulunmaktadır. Cadde üzerine de gişeler yerleştirilmiştir. Boğaziçi’nin bu bölümüne yapılan kazıklı yol nedeni ile deniz tarafında 1989 yılında yeni bir iskele yapılmıştır. Bu sebeple eski iskele hizmet dışıdır. İstanbul İl Kültür Müdürlüğünce kültür varlıkları listesine alınan eski iskele binası şu anda harabe halindedir!













1989 yılında Hacı Osman Yokuşunun bitimine yakın Çayırbaşı yolunun başından İspanyol Sefaretinin önüne kadar kazıklı yol yapılarak, yoğun trafik bir nebze tarihi dokunun içinden çıkarılmıştır. Ama tarihi ruhu ne yapmıştır tartışmalı! Geçen yüzyılın başından itibaren azınlıkların coğrafyamızı terk etmeye başlamalarıyla, yeni şehirleşme ve imar atılımları ile beraber Büyükdere yavaş yavaş harabeye dönmeye başlamıştır. Yukarda sırtlardaki amansız betonlaşmanın da katkısıyla ağaçlıklar azalmıştır. Göksu koyunda toplanan kayıklarla, hanende ve sazendelerle gelinip mehtap seyredilen Büyükdere  tarihteki anıların içinde yavaş yavaş kaybolmaktadır. Yukarda yazının başında görülen Abdullah Fereres tarafında 1889 yılında çekilen fotoğrafı günümüzde çekmeye çalıştım. Her halde kayboluşu anlatmada kelimelerin ne kadar kifayetsiz olduğunu ispatlıyor.

21 Ağustos 2011 Pazar

Kayısı Dolması



Gerekli Malzeme:
1 kg kayısı
1 su bardağı pirinç
1 yemek kaşığı tereyağı
1/5 demet maydanoz
1 1/5 su bardağı toz şeker
1 ½ bardak su
İçin hazırlanması:
Pirinçler tereyağı ile hafif kavrulup 1 bardak su eklenir, ince doğranmış maydanozlar ve bir kaç kaşık şeker eklendikten sonra pirinçlerin şişmesi için biraz dinlendirilir.
Dolmanın yapılması:
Kayısılar hafifçe açılıp iki parça birbirinden ayrılmadan çekirdekleri çıkartılır. Daha sonra içlerini bir çay kaşığı yardımı ile pirinçler doldurulur. Daha sonra bir tava yada yayvan bir tencereye yan yana dizilirler. Üzerine bir bardak şeker yarım bardaktan az su ekleyerek yirmi dakika pişirilir. Kayısıların iyice yumuşadığı kontrol edilerek ocaktan indirilir. Kayısının cinsine göre pişirme süresi uzayabilir.
Bu yemek pirincin içine kıyma eklenerekten pişirilebilir. Eskiler bunu kıymalı olarak yapar ve bir ana yemek olarak yaparlarmış. Günümüzde tatlı ve meyveli et yemekleri artık yavaş yavaş kayboluyor, artık etli ayva yada erikte pişirilmiyor. Bizde evde genellikle tatlı olarak pişiriyor yemek üstüne yapıyoruz. Bu yemek için bir incelikte kayısının yarısı tatlı yarısı mayhoş olmalı. Böylece yerken de bir tatlıdan bir mayhoştan yenmeli. Buda ayrı bir incelik.
Unutulmaya yüz tutmuş eski yemeklerden birisi olan kayısı dolması yemeğini biz evimizde bir tatlı olarak yaşatıyoruz. Mevsime göre dondurma yada kaymakla servis yapıyoruz. Deneyenlere afiyet olsun.

24 Haziran 2011 Cuma

Asmaları Taze Yaprak Kapladı



Yaprak dolması Türk Mutfağının en önemli yemeklerinden
olan dolmaların arasında en sevileni en çok yapılanı ve en çok bilinenidir. Hatta uluslar arası camiada en çok bilinen Türk yemeğidir. Cümlesini yazıp nokta koyduktan sonra 30 yıl kadar önce satın aldığımız Fransız malı bir mutfak robotunun yanında hediye ettiği yemek kitabının uluslar arası mutfak bölümündeki yaprak dolması aklıma geldi. Sayfada bir de fotağraf vardı. Tüm dolmalar ortasından iple bağlanmıştı. Buna günlerce gülmüştük. Acaba böyle bir fotoğraf bulabilirmiyiz diye internette dolaşırken bir acı gerçekle kendini hatırlattı. Dünyanın büyük bölümü yaprak dolmasını Yunan yemeği olarak biliyor. Şimdi bu konuya girmeyelim başka bir başlık yaparız.
Bizim çocukluğumuzda asmalar yapraklanmaya başladıktan sonra Nisan sonundan itibaren dolma taze yapraktan yapılır kış içinde salamura yapılırdı. Taze yaprağın lezzeti salamura yaprakla karşılaştırılamaz. Salamura işlemi yaprağın lezzetini değiştiriyor, birazda yaprağı sertleştiriyor. Özellikle yapraktaki ekşilik kayboluyor. Zeytinyağlı dolmada limonla falan birşeyler yapıyoruz fakat etli dolmada yaprağın lezzetinden gelen ekşilik olmayınca limon olmuyor.
Eskiden apartman yaşamı bu kadar yaygınlaşmadan hemen her evin önünde bir asma bulunur zamanı gelincede dolmalar bu asmadan toplanan yapraklarla yapılmaya başlanırdı. Günümüzde ise evlerin önünde asma kalmadı. Normalde asmalarda mayıs haziran gibi daları rahatlatmak ve asmanın gücünü salkımlara yönlendirmek üzere bir yaprak seyreltmesi yapmak gerekir. Dolmalık ince ortaboy yapraklar gibi bir standart olmadan gelişi güzel seyreltilen yapraklar az bir bölümü bu sezonda pazarlarda ve marketlerde görülebilir. Büyük bir bölümü hemen salamura yapılıyor. Sonrada haziran sonundan itibaren taze salamura yaprak tezgahlara çıkıyor. Bir daha taze yaprak bulmak mümkün olmuyor.
Markette taze yaprağı görünce dayanamadım. Hemen aldım. Funda Hanımdan bize etli yaprak dolması yapmasını istedim. Ailece yaprakları suya bastığımız andan itibaren başınada bekledik. Bazılarımız tırtıl hesabı yapraklar daha sarılırken yemeye başladık. En uzun ve çetin bekleyiş ocağın başında pişmesini beklememizdi.
Fundanın ananesinin etli yaprak dolması tarifi şöyle:
Gerekli Malzeme
1 kg taze yaprak
½ kg dolmalık kıyna
2 kuru soğan
2 domates
2 su bardağı pirinç
1 yemek kaşığı domates salçası
1 yemek kaşığı biber salçası
½ demet maydanoz
1 tatlı kaşığı karabiber
1 tatlı kaşığı kimyon
1 tatlı kaşığı kırmızı biber
1 çay bardağı sıvı yemeklik yağ.
Yeterince tuz
Önce yaprakları hazırlarız. Yapraklar asmadan toplanmamış ise solgunluğunu almak üzere 1 saat kadar suda beklemesi yararlıdır.
Daha sonra kaynayan suda 1 dakika kadar haşlamak sarma işlemini kolaylaştırır.

İçi hazırlamak için tüm malzemeler soğan ve maydanoz ince kıyıldıktan sonra karıştırılır.

Yapraklar tek tek sarılıp tencereye dizildikten sonra bir saat kadar pişirilir. Her yaprağın pişmesi aynı olmadığından pişme kontrol edilerek ocaktan indirilir. Sıcak sıcak servis yapılır.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Kaktüsümüz Çiçek Açtı

Onaltı yıldır baktığımız bir katüsümüz var. Artık bizim ailenin bir parçası. Bize hep kaktüsleri kışın üşütürseniz baharda çiçek açar deniyordu. Fakat biz bunu Ankarada yaşadığımız yıllarda hiç beceremedik. Çünkü Ankara iklim itibarıyla kışın kaktüs üşütmeye uygun değil. Ankarada kışın kaktüs dışarıda bırakılırsa ancak donar! Bizde cesaretlenip Ankarada hiç dışarıda bırakmamıştık. Istanbula taşındıktan sonra katüsümüzü yeterince üşütmeye başladık! Bunu bilerek yapmaya başlamadık. Artık açıyor. Bu yıl beşinci baharımız. Üç yıldır katüsümüz açıyor. İlk iki yıl üşütmemiş olabiliriz, yada açmıştır biz fark etmemiş olabiliriz. Çünkü çiçek sadece bir gün yaşıyor. Güneşin doğuşu ile açıyor ve gece solup ölüyor.

Çok ilginç bir çiçek. Nisan başlarında kaktüsün üzerinde yeni bir kaktüs büyümeye başlar ilk günlerde bunun yavru bir kakatüsmü yoksa bir tomurcukmu olduğunu anlamak oldukça güç. Yavaş yavaş küçük kaktüs uzamaya başladıkça tomurcuk olduğu daha belirginleşiyor. Beş altı hafta içinde 4-5 cm kadar oluyor. Sonra iki hafta içinde 10-12 cm kadar oluyor. Bir kaç gün böyle bekledikten sonra birden, bir sabah açıyor. O çirkin dikenli kaktüsten böyle bir güzellik nasıl ortaya çıkıyor? Fakat bu inanılmaz güzel çiçek sadece bir gün yaşıyor!




O yeşil dikenli topun içinden bu pembe güzelliğin fırlaması akıl sınırları içinde pek anlaşılamıyor. Daha ilginci ise bu güzelliğin ömrünün sadece bir gün olması!

5 Haziran 2011 Pazar

Dedemin Çay Bitkisi Sarı Kantaron


Çocukluğumda rahmetli dedemle Yalvaçta Akköprüye bahçeye giderken dedem bazen yol kenarlarından sarı çiçekli bir ot toplardı. Bu otun bizim evdeki adı Dedemin çayı idi. Zannederim diğer büyüklerimiz vaktiyle tadına bakmış pek beğenmemişlerki dedemden başka kimse bu çayı içmezdi. Bizede öneren yada veren hiç olmadı bende tadını bilmiyorum. Bizim apartmanın önündeki minik çayırlıkta bir kaç yerde bu sarı çicekli bitkiyi gördük. Önce bu ot çocukluğumun otumu diye emin olamadım. Sonradan emin oldum ve biraz araştırdım. Bu bitkinin yagın bir kaç halk izmi var kılıçotu, binbirdirek otu gibi ama litaratürdeki yagın isim Sarı Kantaron. Sarı kantaron bitkisinin latince adı Hypericum perforatum L. ingilizce adı ise St. John’s wort‘tur. Meğer Dedemin çayı ne mucize birşeymiş. Marankinin sitesinde bir akedemisyenin bitki hakkında şu demecini buldum:
“Ondokuz Mayıs Üniversitesi Bafra Meslek Yüksekokulu Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Cüneyt Çırak, bitkinin yaygın olarak üretilmesinin amaçladığını söyledi. ''Bu bitki Hristiyan aleminde şifa verici ve kötü ruhları kovucu etkisi olduğuna inanıldığı için kutsal bir bitki olarak tanınır'' diyen Çırak, şunları söyledi:
''Bitki St. John gününde toplandığında, şifa verici ve kötü ruhları kovucu etkisinin en fazla olacağına ve o gün birisi yastığının altına bir kantaron çiçeği koyarsa, rüyasında Hz. Yahya'yı göreceğine ve onun da bir sonraki yıla kadar o kişiyi kutsayacağına inanılmaktadır. Hrıstiyan alemi bu nedenle bu bitkiye büyük önem verir. Bunun dışında kantaron bitkisinin tıbbi alanda kullanımı her geçen gün artmaktadır. O nedenle, üretimi pek yaygın olmayan bitkiyi hem yöre çiftçisine tanıtmak hem de üretimini yaygınlaştırmak istiyoruz."
ANTİDEPRESAN ETKİSİ BULUNUYOR
Kantaronun son yıllarda bilhassa antidepresan olarak kullanımının yaygınlaştığını da anlatan Çırak, ''Günümüzde kantarondan hazırlanan farklı formlardaki farmakolojik ürünlerin satış değeri dünya genelinde her yıl milyonlarca dolara ulaşmaktadır. Ülkemiz kantaron türleri bakımından önemli bir merkezdir ve mevcut türlerin çoğu endemiktir. Dolayısıyla kantaron ülkemiz için değerlendirilmesi gereken doğal bir zenginliktir'' diye konuştu.
Çırak, kantaron bitkisinin halk arasında yüzyıllardan bu yana şifa verici bir ot olarak sinir hastalıkları, adet krampları, siyatik, eklem iltihabı ve mide rahatsızlıklardan kaynaklanan ağrıların giderilmesinde ve bazı cilt hastalıklarının tedavisinde kullanıldığını da belirtti. Çırak, kantaron bitkisini mutlaka ekonomiye kazandırmak istediklerini ifade ederek, şunları kaydetti:

PROJE 3 YILDA HAYATA GEÇİRİLECEK
''Son yıllarda alternatif tedaviye ve bilhassa bitkisel kökenli doğal ürünlerin tedavi amaçlı kullanımına artan bir ilgi var. Endüstrisi gelişmiş ülkelerde son 10 yıldan bu yana bitkisel ilaçların satışı önemli derecede artmıştır. Uykusuzluktan gerginliğe, şişmanlıktan astım bronşite, egzamadan varise kadar pek çok hastalığın tedavisinde bitkisel ilaçların kullanımındaki bu eğilimden payını alan bitkilerden biri de kantarondur. Bu nedenle bu bitkinin kültürünü geliştirerek yöre insanına katkı sağlamayı amaçlıyoruz.''
Halk kültürü ne muhteşem bir birikim binlerce yıllık birikim ve süzgeçten geçen tecrübelerin sonucu. Rahmetli Dedem büyüklerinden öğrendiği bu bitkiyi bizlerede öğretmişti.

22 Mayıs 2011 Pazar

Mini Mini Bir Kuş Konmuştu


Bu sabah minik kuşumuz Eceyi okula götürdükten sonra kahvaltı hazırlığı yaparken salon camının önündeki trabzana küçük bir serçe kondu. (Passer Domesticus) Sanki Ece evdeymiş gibi cıvıldamaya başladı. Dün öğleden sonra Ece de o camın önünde cıvıldayarak bize yemekler hazırlamıştı. Bu küçük şeyler Allahın bize bir lütufu. Hayatımızdan eksik olmasınlar.

Botanik Dersi

Bizim apartmanın önünde aşağıya doğru büyüyen üçgen dik meyilli bir boşluk var. Bizim apartmanın önünde 5-6 metre aşağıda 15 metre civarında genişliği olan bir boşluk. Baharda çok güzel yeşil bir alan oluyor, yaz başladıkça çimler ve üzerindeki kır çiçekleri yavaş yavaş kuruyor ve kuru otlar ve dikenlerle dolu bir alana dönüşüyor.
Bu alan şehir içinde apartmanların arasında kalmış olsada birazda dik olmasından pek yaya trafiğide olmadığından doğal florasını korumuş. Çocuklarla o alanda bazen dolaşıp bitkileri keşfediyoruz. Bahar başında sarı beyaz papatyalar, düğün çiçekleri, ballıbabalar gördük. Mevsim ilerledikçe farklı bitkiler boy göstermeye başladı. Bizde onları keşfetmeye çalıştık. Bazen bu çiçeklerden koparıp eve getirdik, bazen fotoğraflarını çektik. Keşfettiğimiz ismini bilmediğimiz yada tanımadığımız çiçekleri Erdoğan Tekin’in Türkiye’nin En Güzel Yaban Çiçekleri (İş Bnakası Kültür Yayınları, 2005) kitabından bulup tanımaya çalıştık.
Bahar başından itibaren en çok gördüğümüz etli buruşukyaprakları olan, bol yaprak sonrada çiçek tomurcukları taşıyan öbeklerdi. Bu öbekler nisan başından itibaren tek tük eflatun çiçekler açmaya başladı. Daha sonra bazı öbekler toplu bir şekilde bayaz çiçekler açmaya başladı. Bunlar ladengillerden, adaçayı yapraklı ladenlerdi (Cistaceae, Cistus salvifolius). Eflatun çiçekler uzaktan çok ilgi çekiciydi. Bayaz çiçekli olan öbekler topluca çiçek açtıkları için eflatunların gizemini taşımıyorlar. Hepsi çok hoş görünüyordu.
Çimlerin arasında beyaz tüylü geniş yapraklı bitkiler gördük. Özellikle taşlık olan bölümde. Sonra ortasından uzun bir dal büyüdü, dalın üzerinde önce tomurcular oluştu sonrada bu tomurcuklar sarı çiçeklere dönüştü. Bunlar çocukluğumdan, Yalvaçtan tanıdığım Sıracaotugillerden Hakiki Sığır Kuyruğuydu. (Scrophulariaceae, Verbascum thapsus) Çok hoş görünüşlü bir bitki. Yakından bakıldığında çok etkileyici çiçekleri vardı.
Bizim çayırlıktaki maceralarımız devam edecek. Çayırda ayrıca sarı çiçekli çocukluğumdan tanıdığımı sandığım Rahmetli Topal Hacı Alilerin Mustafa Dedemin çay dediği ve kaynatıp içtiği bir bitkiyede rastladık. Doğru bitkimi araştırıp bilgi vereceğim.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Nohut Piyazı

Piyaz denince akla nedense hep kuru fasulye piyazı gelir. Nohut ve yeşil mercimektende piyaz yapılabilir. Tüm piyazlar İstanbuldaki azınlıkların sofralarından eksik olmayan mezelerdi. Azınlıklar azaldıkça ve kültürleri yavaş yavaş yok olmaya yüz tutunca, bu yemeklerde terkedilmeye başladı. Her köşe etsiz çiğ köftecilerin ve kebapçıların istilası ile süreçte hızlandı. Şu etsiz çiğ köftenin kısırdan farkı nedir? Hatta bana göre kısırdan daha fakir bir lezzetir. Bizim evdeki kısır üstadı Funda Hanımdan bir kısır tarifi isteyelim. Bize önümüzdeki günlerde bir tarif yapsın!
Baklagiller günlük beslenmemizde oldukça önemli yeri olan besinlerdir. Türk mutfağının geleneksel yiyeceği kuru baklagiller, hem çok besleyicidir, hem de kalp hastalıkları ve kötü kolesterolü düşürür, kan şekerini yükseltir, kabızlığı ve posa açısından zengin olmakla birlikte yüksek kalitede protein kaynağıdır. Baklagiller aynı zamanda çok iyi birer folik asit kaynağıdır. Folik asit ise kalp sağlığında önemli rolü olan homosisteini dengede tutar. Soya ve diğer baklagillerde bulunan glisin ve arginin adındaki aminoasitler kandaki insülin hormonunu düşürürler. İnsülin düzeyi düşük olunca karaciğer daha az kolesterol yapar. Sağlıklı ve yeterli beslenmek için haftada en az 2-3 kez kuru baklagil tüketilmelidir.
Kurufasulyeyi çok severim ama fasulye piyazına karşı olan ilgim salçalı kuru fasulye kadar fazla değil. Fakat nohut piyazı için aynı şeyi söyleyemem. Fasulye piyazı sirke, soğan, zeytinyağı üçlemesi ile lezzetin doruğuna çıkar. Fakat nohut piyazına ve de yeşil mercimek piyazına baharatlarda çok yakışıyor. Nohuta, kekik ağırlıklı olmak üzere kimyon, acı biber ve nane özellikle yeşili yakışıyor. Baharatlar nohut piyazını başka lezzet doruklarına taşıyor.
Gerekli Malzeme:
½ kg koç başı nohut
2 baş kuru soğan, yada 1 demet taze soğan
¼ demet maydanoz
¼ demet dereotu
¼ demet nane
½ su bardağı zetinyağı
½ su bardağı üzüm sirkesi
1 çay kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı kekik
1 çay kaşığı kimyon
1 çay kaşığı kırmızı biberde acı istenirse eklenebilir
Bir önceki akşamdan suya konulmuş nohutlar 45 dakika haşlanıp ocaktan alınır. İndirmeden önce pişme kontrolü yapmakta yarar var. Bazen pişmede biraz inatçı nohutlar olabiliyor. Daha sonra ince doğranmış soğan ve tüm yeşillikler, nohut, baharat sirke ve yağla beraber harmanlandıktan sonra servise hazırdır.
Biraz fazla nohut haşlanıp derin dondurucuya konabilir. İstendiğinde 10 dakikada Nohut piyazı hazır yemek olabilir!
Afiyet olsun.

19 Mayıs 2011 Perşembe

19 Mayısta Hamsi Kuş Un Helvası Hazretleriyle


19 Mayıs artık hamsi için oldukça geç bir tarih. Artık balık sezonu bitti avlanma yasağı başladı. Eski karadenizlilerin deyimi ile hamsi kurtlandı. Ama artık derin dondurucular var. Ocakta dondurduğumuz parçalardan birini çıkardık. Çözülünce kuş yapacağımız için içindeki kılçıkları temizledik.

Gerekli Malzeme:
2 orta boy kuru soğan
1 tutam maydanoz
1 kg hamsi
200 gr mısır unu
3 yumurta
tuz
Soganları ince ince doğrayıp bir tavada pembeleşinceye kadar soteledik, indirmeye yakın ince doğranmış maydanozumuzu da ekleyip, bir dakika kadar daha pişirdikten sonra indiridik. Önceden hazırladığımız hamsilerin içine bir çay kaşığı yardımı ile soğanımızı koyduktan sonra üzerine başka bir hamsi kapatıp iki tarafını birden mısır ununa buladık. Tavada kızartma yağımızı kızdırdıktan sonra mısır ununa bulamış hamsileri çırpılmış yumurtaya batırıp kızarttık.
Sıcak olarak servis yaptık.

Bizim ev ahalisi afiyetle yediler Ece hanım tüm et ürünlerine olduğu gibi buna da fazla itibar etmedi sadece yarım yedi. Zamanla ağız tadının düzeleceği umudumuzu hala taşıyoruz!

Balık olurda ardından helva olmaz mı! Tembellik etmeden un helvası yapmaya karar verdik. Hazır tahin helvası yada daha kolay olan irmik helvasına itibar etmedik.Un helvası yaptık.

Gerekli Malzeme:
100 gr margarin
100 gr tereyağ
1/2 bardak sıvı yağ
4 su bardağı un
2 su bardağı seker
2 su bardağı su yada süt

Yağla unu tavada yarım saat ağır ateşte karıştırarak kavurduk. Şekerini ekleyip biraz daha kavurduk. Suyunu ekledik. Suyunu çekince altını kapatıp, kapağı kapatıp demlenmeye bıraktık. 10 15 dakika sonra iki kaşıkla şekil vererek servis tabağına aldık.


Eskiler un helvasının en önemli püf noktasının unun kavrulma miktarı olduğunu söylerlerdi. Kavrulma noktasıda en iyi kokusundan anlaşılabilir. Tavanın başında yarım saat koklayarak burun kokuya alışacağından miktar tayini zorlaşır. Onun için yeni gelinlere evin büyükleri dama çıkıp bacadan koklamalarını sağlık verirlermiş. Eğer gelin bacaya çıkmaya kalkarsa, onun helva konusunda bir gelişme sağlayamayacağına kanaat getirirlermiş.

Şimdi eski değerlerde kalmadı eski tatlarda kalmadı. Un helvası neredeyse hazır olarak yada her hangi bir restoranda bulunması imkansız bir lezzet oldu. Biz çocuklarımıza bu lezzeti tanıtmaya çalıştık.

Bu arada nohut piyazı için nohutta ıslattık. Bir sonraki konumuzda inşallah nohut macerası olacak.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Bizim Evde Bayram Var

Bugün bizim evde bayram var. Özellikle annemiz Funda çok sevinçli, küçük kızımız Ece bugün iki köfte yedi. Uzun süredir kırmızı et yemeyi redediyordu. Zorla yedirsek ağzında uzun süre bekletiyor asla yutmuyordu. Bugün annemiz onu sana sucuk yapıyorum diye önceden hazırladı. Sonrada ona bol sarımsaklı bir köfte pişirdi, yanına domates biber koydu. Ayrıca rüşvet olarakta makarna ve yoğurtla servis yaptı. Bizimkide afiyetle iki köfte yedi.

Posted by Picasa

26 Nisan 2011 Salı

Hıdırellez Kamçısı

Bugün öğleden sonra yürüyüş sırasında yolum üzerindeki Çamlık bölgesindeki çayırlıkta bir çiçeğe rastladım. Uzaktan muhteşem bir görünüşü vardı. Uzun yaprakların arasından uzanan 60-70 cm bir sapın üzerinde hoş çicekler ve tomurcuklar. 30-40 kare kadar fotoğrafını çektim. Eve geldiğimde yaptığım araştırma sonucu Hıdırellez Kamçısı olduğunu keşfettim. Zambakgillerden ailesinden bir çicek.
Posted by Picasa